Salı, Ekim 04, 2016

Hayaldi gerçek oldu!

Gecenin ısısı, kulaklarındaydı. Balkonda, soğuğa karşı direnmek ne derece mantıklı belki bir şeylerden kaçmak için iyi bir yer, diye düşündü. Kulakları artık donmuş, duyma işlevini yitirmiş gibiydi. Belki de, bu onun yalnızlığının sesiydi. Hiçbir şeyi duyamadığı...
Yapayalnız bir insan olmanın en kötü yanı aslında yapayalnız olmak değildir, yapayalnız bir insan çaresizdir ve bütün çaresizler zamanla kötü adam olur ama bütün iyi adamlar kazanırdı filmlerde. Gerçekte ise iyi adam yoktu tam anlamıyla. Bu yüzden her zaman kötüler kazanıyordu. Çünkü herkes kötüydü. 

Bu düşüncelerden sıyrılmak istercesine etrafına bakındı. Ne yapacaktı? Beynini mi söküp atacaktı? Yaşadığı her yalnız saniye boyunca, bu beyin ona yük olmuştu. Sürekli düşündü, düşündü, düşündü. Her düşüncesi bir kaybedişdi aslında. Okuduğu onca iyi yazar bir çırpıda mahvolmuştu. O da mahvolmak istiyordu. Yaşadığı hayat, sefillikti. Her yeni bir gün ona bir yüktü. Neden yaşadığını düşünen bir insandan ne beklenir? Bu güzel söz, ona aitti. Hani ölmeden önce son kez yaşadığına şahit olduğunu kadının, onun üstünden yıllar geçti. Atlatmıştı çoğu şeyi. Belki de yalan söylüyordu kendine. Her gün onu hatırlayarak, nasıl atlatmıştı yaşananları? Atlatmamıştı tabii ki. Sadece vazgeçmişti. Çünkü artık yapayalnız bir sefildi. Ne kimse için önemi vardı, ne de kendi için.

Eskiden olduğu adamı düşündü. Mutlu, huzurlu, başarılı, kendini eğlenmeye adamış, yanındaki kadının saçlarını okşayan bir erkek. Ne değişti? Kız önce saçlarını kesti, sonra ağzına bir maske taktı, nefes almayı bile beceremeyen bir et çuvalına dönünceye kadar onu izledi. İzlemekle yetindi. Üzülmek istedi ama üzülemedi. Onu bu hale getiren ne de olsa kızın kendisi değil miydi? Evet, oydu. Her gün kendi öldürmek için çabalayanda oydu. Peki, böyle acı çekerek ölmesi ona ne kazandırdı? Hiçbir şey.

Boşver, diyerek iç geçirdi. Şimdiye bakmalıydı, bitik haldeydi. Ölüm fermanını padişaha zorla imzalatmış gibi. Bu berbat şehir ve insanlardan kaçmalıyım, dedi. O kadar sesli söylemişti ki bunu şehir ona sövüyormuş gibi bir gürültüyle yankılandı. Dışarıya çıkıp baktığında kimseyi görmedi.  Yine delirdiğim o güzel gecelerden biri, şükürler olsun, diyerek içeriye geçti. 

Yatağına yattı. Gözlerini kapayıp, güzel bir kızla tanıştığını hayal etti. Hayatının son zamanlarında, torununun elini sımsıkıca tutan bir dedenin hırsıyla, hayallerine sarıldı. Kız güzeldi, çok güzeldi. Ama toplumun güzellik yargılarına aykırı bir güzellikti. Aslında en güzeli de bu, dedi içinden. Ne plastik bir kadındı, ne de insanlığın bir hatası. O aslında dünyanın en güzeliydi. Koskocaman dünyanın..
Onunla bir sergide karşılaşmıştı, amatör yazarların kendi dergilerini yüksek zümreye sunduğu o sergilerden, sektörün içindeki insanların, genç yetenekleri inek gibi sağabilmesi için yapılan sergilerden. Kendisi yıllardır bir şeyler yazıyordu. Bir zamanlar iyi bir yazar olacağına inanmıştı bile. Sonra ise şimdi ki rezilliğe evrimleşti hayatı. Orda tanımıştı, o sarı saçlarını ilk gördüğünde kızın, inanamadı. İlk defa bir saç bu kadar güzeldi. İnanamadı, öylece baktı. Gün batımını izleyen bir çiftin pür dikkatiyle izledi onu. Her hareketi ezberledi, sanki ertesi gün kız bu konudan onu sınav yapacakmış gibi. Arkadan bir ses gelmesiyle, kızın dönmesi bir oldu. Bu ani dönüş, hazırlık yakalamıştı onu. Zaten sesi de çıkaran oydu, arkadan bir çocuğun küfürlerinin, bir şiir dinletisi etkisi yaratması. Çocuk, kızın yüzünü ilk o şiir de gördü işte. Ne güzel şiirdi o. Okunmaya doyulmayacak, yazılmaya doyulmacak. İşte fırsat buydu, bu bakışmalar kızla konuşması için fırsattı. Ürkek adımlarla yaklaşmaya çalıştı, beceriksizliğin o eşşiz rezaleti, çocukta o kadar tatlı duruyordu ki kız bile gönlünü kaptırmaktan uzak kalamadı.


Paaaaat! 
Dışardan gelen ses, hayalin en güzel yerine denk gelmek zorundaydı zaten, diyerek balkona çıktı. Yine sokak bomboş, yine kimse yoktu. Bir miktar delirdiğini düşünerek, oturdu ve sigara yaktı. Bomboş hayallerin peşinde koşma sefil, diye kendine kızdı. Ama içinden bir ses, hayallerinin gerçek olduğunu düşünmesini söyledi. 

Günler geçti, aylar geçti. Hala aynı tas aynı hamam, yaşamaya devam etti. O gün babasından bir jest gelmişti evladına, ne kadar da sert biri olsa, erkeğin dilinden anlardı babalar. Ona istanbul bileti almıştı, kendi oğluna. Git ve eski arkadaşlarını gör. Herkes seni merak ediyor, diyerek gazladı evladını. Dönüp babasına bir şeyler demek istedi ama ağzını açmaya hiç mecali yoktu. İçten içe hangi eski arkadaşlar, diye sordu. Ama ilk defa istanbula gitmek için heveslendi. İstanbula en son gittiğinin üstünden 10 yıl geçmişti, neler değişti orada sorusunun merakı içini sardı. Kadıköy'de yine sarhoş olabilir miydi? Kız kulesine bakıp yaşanmış yaşanmamış her şeye sövebilirdi miydi? Taksim'de köşe başındaki o herkesin sevgilisi kadınların ilgi odağı olabilir miydi? Bu sorularla günler geçti, vakit geldi. Uçağa bindi. İstanbul'da indi. Havaalanından direk Kadıköy'e geçti. Barlar sokağı'nda dolanırken bir afiş dikkatini çekti. Gidip yaklaşıp baktığında, bunun bir sergi afişi olduğunu anladı. Siktir et ya, buraya bunun için mi geldim ben, dediğinde hayal ettiği hiçbir şey aklında değildi. Aynı afişe bakan bir çocuk daha vardı. Yanındakinin varlığını hissetmemişti bile , hala aynı şeye sövüyordu kendince. İçinden edebiyata sıçayım, dedi. 
Yanındaki çocuk, pis bir sırıtmayla:
- Oğlum, bunu sen bile diyorsan, harbiden kahrolsun edebiyat!
Bu anı çıkışın sebebi, aslında içinden söylememiş olduğu cümlelerdi elbet ama söylenenlerin arasındaki bir cümle dikkatini çekti:
- Kahrolsun edebiyat! 
- Kahrolsun lan tabii, sen yıllardır edebiyatla uğraş, Antalya'da ilk fanzin sergisini yap, sonra o gün yanında duran çocuğu tanıma.
- Ne?! 
Bu çaresizce cevabı o kadar kötüydü ki yanındaki çocuk dakikalarca kahkaha attı. Belki de tanınmamanın verdiği pis duyguyu, kahkaha ile örtmeye çalıştı. Bilemezdi.
- Sen beni tanımadın, ama ben seni tanıyorum. İlk tanışmamızdaki gibi kardeşim. Sen hala burnu havada bir piçsin, bir insan gram mı değişmez ya? 
- Yanlışın var, çok şey değişti. Mesela tipim, eskiden az çirkindim, şimdi daha çok çirkinim.
- Hay, ağzına sıçayım! Edebiyata sövüp  eski moda yazar esprileri yapma. Piçsin, piç kal. Şu sergi. Bilirsin bu ortamları. Hadi gidelim şu sergiye, belki o eski güzel günleri hatırlarsın. 
- Tamam, gidelim de önce önemli bir şey söylemem lazım.
- Neymiş?
- Bir sigara versene be.
- Hahahahahah! Bok alırsın koçum, devir değişti. Eski piçliğine döndüğü görmek güzel ama sıkıntı var, bende artık senin kadar piçim. 
- Burada tek sıkıntı var o da asla benim gibi güzel uzun saçların olmayacak.

Muhabbet devam etti, muhabbet ede ede yürümeye devam ettiler. Serginin olduğu yere geldiklerinde, ellerindeki yarısı içilmiş sigaraları, aceleyle içtiler. Sigara izmaritini eski günlerdeki gibi yere atıp, ayakkabının ucuyla söndürdüler.  Giriş kapısına geldiğinde yanındaki çocuk:
- Sıçayım böyle edebiyata demek isterdim ama...
- Ama? 
- ...
- Oğlum söylesene. 
- Edebiyat olmasaydı, şu güzelim sarışın kızı göremeyecektin. Hahahahah!