Altında derin ve karmaşık bir dizi psikolojik faktörün yattığına inandığım korkunç bir his. Duşakabinimizin su sızdırmaya başlaması, kombimizin titreye titreye çalışması, buzdolabımızın optimus prime'a dönüşmesi gibi nedenlerle eve çağırdığımız tamirci karşısında neden çaresiz hissederiz kendimizi? Neden sürekli ona yaranmaya çalışırız? Neden '' ustacığım bir şey lazım mı? '' diye sorarız sürekli? O bir cerrah titizliğiyle işini yaparken hissettiğimiz gerilimin sebebi nedir? Neden eve gelen usta bizden '' kullanılmayan, böyle eski, pis bir bez '' ya da ''şöyle küçük bir iskemle'' istediğinde heyecanlanırız?
Çocukken evde bozulan her elektronik alet karşısında '' sen mi oynadın lan bununla? '' diyen bir baba, hiç anlamadığımız bir konuda tamirata gelen adamın çıkaracağı masrafın belirsizliği, bir şeyi tamir ettirmenin getirdiği mutsuzluk ve gerilim hissi... Hepsi ama hepsi bu suçluluğun nedenleri arasında sayılabilir. Mamafih akılda tutulması gereken bir başka neden de bazı tamircilerin eve sıradan bir insan, normal bir tesisatçı şeklinde gelmek yerine sorgu meleği kılığında gelmesi olabilir. Adam sizinle öyle bir konuşur ki ezilir büzülürsünüz. Sizi sorgular da sorgular... Sorun ondan önce gelen tamirciler ya da ustalardır. Bu asabi ve kıskanç usta tipi adamın ruhundaki suçluluk hissini artırır.
- Usta sorun neymiş?
+ Kime monte ettirdiniz siz bunu?
- Valla eve tanışırken ustalar baktı...
+...
- Ne olmuş abi?
+ Olacağı olmuş işte... İşi bilmeyen adam bunu ekseriyetle böyle monte eder. Bunu komple yanlış monte etmişler...
- Tüh ya.
+ Masraftan mı kaçtınız siz?
- Yok..
+ Masraftan kaçarsanız böyle olur işte.
- Abi kaçmadık masraftan.
+ Geçen bir başka yerden çağırdılar. Duşakabini takar takmaz hadi selamunaleyküm.. Sular alttan banyoyu basmış. Masraftan kaçmayacaksın, ustasını bulacaksın.
- Valla bilemedik abi. Masraftan da kaçmadık ama
+ Kaçmayacaksın masraftan.
- Yok abi kesinlikle kaçmadık zaten..
Bu ne lan? Yecüc mecüc gelse daha iyiydi. Usta mısın csi dedektifi misin? Kaçtım masraftan evet. Ucuzu tercih ettim. Zeus belanı versin senin. Zona oldu her yanım stresten, gerilimden. Evet masraftan kaçtım. Evet arkadaşlarla biz monte ettik onu. Biz monte ettik. Anlıyor musun biz? Ucuz olsun istedim çünkü. Masraf çoktu, artmasın istedim. Suç mu? Suç mu bu? Amacın beni ağlatmak mı, üzmek mi? Özür dilerim tamam mı usta, tamam mı? Özür dilerim. Yeter artık üstüme gelme. Ühühühüh...
Şimdi yazarken bile fena oldum..
Sanırım devam edemeyeceğim. Burda keselim.
niye gülüyorsun? isimler değiştiği zaman anlatılan senin hikayen olur.
Salı, Ağustos 12, 2014
Pazartesi, Ağustos 04, 2014
The Baba: Denizden uzakta bir yaz
NOT: Bu hikayede şnorkel, havlu ve bikini yok, maşa, kilim ve mangal var. Döne döne bronzlaşan insanlar yok, döne döne kızaran tavuk kanatları var. Kahkaha, bira ve neşe yok, ciddiyet, ayran ve tokat var. Sağlıkla gülümseyen dişler yok, et bekleyen protezler var. Dalıp çıkmak yok, dümdüz oturmak var. Şöyle bir duş alıp tuzu atmak yok, eve dönünce sırayla banyo yapmak var. Deniz hiç yok, bildiğin toprak var.
Büyük Şef, yaklaşık bir saat önce Belgrad ormanındaki piknik alanına ailesinin önünden yürüyerek girdiğinde sanki arsa satın alacakmış gibi etrafı inceledi. En iyi yeri istiyordu. Herkes en iyi yeri ister, fakat mesire yerlerinde vaat edilmiş topraklar ancak içi çocuk dolu ticari araçlarıyla erken yola çıkanlarındır (doblolular). Büyük Şef, doğayla uzun uzun bakıştıktan sonra, tam istediği gibi olmasa da eliyle bir ağacın altını işaret ederek sordu: " Şura iyi mi?" Hayatın hiç bir alanında söz hakkı tanınmayan kadınlar bu soru karşısında onayladıklarını belli eden, ama kelimeyle benzemeyen bazı sesler (iy-iy-işte-iy-iy) çıkardılar. Aile işaret edilen bölgeye eşyalarını taşırken, Büyük Şef elleri arkasında yavaş yavaş yürümeye başladı. Arkadan bağlı ellerinden minik bir kuyruk gibi sarkam tesbihiyle adeta huysuzluk çekiyordu.
Küçük Şef, elinde maşayla kanatların başında tedirgin beklerken, Büyük Şef oturduğu yerden, " Çevir artık çevir!" diyor. Oğlunu maşa gibi kullanan bu aksi ihtiyarın hangi kanatları kastettiği belli değil. Zaten mesele tavuktan çok otorite. Çeviriyor Küçük Şef. " Onları değil, benden taraftakileri." diye uyarıyor Büyük Şef. Yanlış tavukları geri alarak babasından yana olanları çevirmeye başlıyor. Emir yerine getirilmesin rağmen, " Hay senin yapacağın işe..." diye bir ses duyuluyor.
Tavukları çevirirken bile stres yaşayan Küçük Şef, "Olmuş mu baba?" diye sorarken Büyük şef'in başında bekliyor. Cevap gelmiyor, demek ki olmuş. Büyük Şef, kendi kuşağındaki dişsizlere göre büyük bir ustalıkla kemiriyor kanatları. Protezlerini yaklaşık 20 yıl önce Ümraniye'de bir dişçi yapmıştı. Daha taktığı gün leblebi testinden tam not almıştı protezler. Cevizli sucuk bile yiyebildiği bu protezler dışında hayatında hiçbir şeyi övmedi Büyük Şef. İşte bugün tavuğu gönlünce dişleyebiliyor, herkesten fazla kanat götürüyorsa o dişçi sayesinde. Torunu daha bir tane bile yememişler sekizinci kanadı ısırır ısırmaz öfkeyle oğluna dönüp, "Pişmemiş al bunu" diye bağırıyor. "Nasıl pişmemiş baba?" diyerek Ümraniyeli dişçinin bile başa çıkamadığı kanadı eline aşan Küçük Şef, telaşından olacak sorunlu kanadı ağzına götürüyor. Sağlıklı dişleri kanadı kolayca koparmasına rağmen, sorun çıkmasın diye yıllar içinde geliştirdiği rol yeteneğiyle çiğnemekte zorlanıyormuş gibi yapıyor. Gelin elinde tavuk kanadıyla çocuğun peşinde. Amacı çocuğuna ulaşıp gıdayı ağzına sokmak (kuş tipi beslenme). Fakat Büyük Şef'in torunu çok hızlı. Tavuktan önce tokat yiyeceğini bildiğinden durmaya niyeti yok. Mangal başında pişmemiş tavuğu proteze uygun hale getirmeye çalışan babasının, "Dayağı yersin bak!" diye bağırmasıyla işler değişiyor; tokatın el değiştirerek kuvvetlenme ihtimaline karşı zınk diye duruyor çocuk. Gelin, tavuğu sanki döver gibi ağzına sokuyor.
Vurduğu top masadaki bardağı deviren çocuk annesi tarafından tokatlanıyor. Küçük Şef'ten yediği tokatların genç kuşağa devri bu. Zamanında kayınpederinden kocasına, kocasından kendisine, kendisinden çocuğuna kalan bir miras. Büyük Şef dinlenmede. Ağaç altında kendisi için hazırlanan mobil döşeğe uzanıyor. Oysa torun kafasına vuran bir Dede'nin yatacak yeri yoktur. Torununun ağlayarak koşusuna devam etmesi adeta hoşuna gidiyor. Kurduğu mikro-faşist krallığın tokat yemeyen tek bireyi olarak halinden memnun. Bunca kişinin bütün hayatının karar mekanizması onda son buluyor.
Sallanmak yetmiyor çocuğa. Ayağa kalkıp sallanıyor, o da yetmiyor. Salıncakta bile koşmak istiyor adeta. Onu, kafasını yere çarpmadan önce havada koşarken görenler var. Gelin, Küçük Şef ve Büyük Şefin karısı, salıncaklar bölge sine koşuyorlar. Kısa bir süre sonra, sanki suç işlemiş gibi Büyük Şef'in karşısına çıkarılması gerekiyormuş gibi. Çekiştirerek getiriyorlar çocuğu.
Büyük Şef, yaklaşık bir saat önce Belgrad ormanındaki piknik alanına ailesinin önünden yürüyerek girdiğinde sanki arsa satın alacakmış gibi etrafı inceledi. En iyi yeri istiyordu. Herkes en iyi yeri ister, fakat mesire yerlerinde vaat edilmiş topraklar ancak içi çocuk dolu ticari araçlarıyla erken yola çıkanlarındır (doblolular). Büyük Şef, doğayla uzun uzun bakıştıktan sonra, tam istediği gibi olmasa da eliyle bir ağacın altını işaret ederek sordu: " Şura iyi mi?" Hayatın hiç bir alanında söz hakkı tanınmayan kadınlar bu soru karşısında onayladıklarını belli eden, ama kelimeyle benzemeyen bazı sesler (iy-iy-işte-iy-iy) çıkardılar. Aile işaret edilen bölgeye eşyalarını taşırken, Büyük Şef elleri arkasında yavaş yavaş yürümeye başladı. Arkadan bağlı ellerinden minik bir kuyruk gibi sarkam tesbihiyle adeta huysuzluk çekiyordu.
Küçük Şef, elinde maşayla kanatların başında tedirgin beklerken, Büyük Şef oturduğu yerden, " Çevir artık çevir!" diyor. Oğlunu maşa gibi kullanan bu aksi ihtiyarın hangi kanatları kastettiği belli değil. Zaten mesele tavuktan çok otorite. Çeviriyor Küçük Şef. " Onları değil, benden taraftakileri." diye uyarıyor Büyük Şef. Yanlış tavukları geri alarak babasından yana olanları çevirmeye başlıyor. Emir yerine getirilmesin rağmen, " Hay senin yapacağın işe..." diye bir ses duyuluyor.
Tavukları çevirirken bile stres yaşayan Küçük Şef, "Olmuş mu baba?" diye sorarken Büyük şef'in başında bekliyor. Cevap gelmiyor, demek ki olmuş. Büyük Şef, kendi kuşağındaki dişsizlere göre büyük bir ustalıkla kemiriyor kanatları. Protezlerini yaklaşık 20 yıl önce Ümraniye'de bir dişçi yapmıştı. Daha taktığı gün leblebi testinden tam not almıştı protezler. Cevizli sucuk bile yiyebildiği bu protezler dışında hayatında hiçbir şeyi övmedi Büyük Şef. İşte bugün tavuğu gönlünce dişleyebiliyor, herkesten fazla kanat götürüyorsa o dişçi sayesinde. Torunu daha bir tane bile yememişler sekizinci kanadı ısırır ısırmaz öfkeyle oğluna dönüp, "Pişmemiş al bunu" diye bağırıyor. "Nasıl pişmemiş baba?" diyerek Ümraniyeli dişçinin bile başa çıkamadığı kanadı eline aşan Küçük Şef, telaşından olacak sorunlu kanadı ağzına götürüyor. Sağlıklı dişleri kanadı kolayca koparmasına rağmen, sorun çıkmasın diye yıllar içinde geliştirdiği rol yeteneğiyle çiğnemekte zorlanıyormuş gibi yapıyor. Gelin elinde tavuk kanadıyla çocuğun peşinde. Amacı çocuğuna ulaşıp gıdayı ağzına sokmak (kuş tipi beslenme). Fakat Büyük Şef'in torunu çok hızlı. Tavuktan önce tokat yiyeceğini bildiğinden durmaya niyeti yok. Mangal başında pişmemiş tavuğu proteze uygun hale getirmeye çalışan babasının, "Dayağı yersin bak!" diye bağırmasıyla işler değişiyor; tokatın el değiştirerek kuvvetlenme ihtimaline karşı zınk diye duruyor çocuk. Gelin, tavuğu sanki döver gibi ağzına sokuyor.
Vurduğu top masadaki bardağı deviren çocuk annesi tarafından tokatlanıyor. Küçük Şef'ten yediği tokatların genç kuşağa devri bu. Zamanında kayınpederinden kocasına, kocasından kendisine, kendisinden çocuğuna kalan bir miras. Büyük Şef dinlenmede. Ağaç altında kendisi için hazırlanan mobil döşeğe uzanıyor. Oysa torun kafasına vuran bir Dede'nin yatacak yeri yoktur. Torununun ağlayarak koşusuna devam etmesi adeta hoşuna gidiyor. Kurduğu mikro-faşist krallığın tokat yemeyen tek bireyi olarak halinden memnun. Bunca kişinin bütün hayatının karar mekanizması onda son buluyor.
Sallanmak yetmiyor çocuğa. Ayağa kalkıp sallanıyor, o da yetmiyor. Salıncakta bile koşmak istiyor adeta. Onu, kafasını yere çarpmadan önce havada koşarken görenler var. Gelin, Küçük Şef ve Büyük Şefin karısı, salıncaklar bölge sine koşuyorlar. Kısa bir süre sonra, sanki suç işlemiş gibi Büyük Şef'in karşısına çıkarılması gerekiyormuş gibi. Çekiştirerek getiriyorlar çocuğu.
Cuma, Ağustos 01, 2014
Berbat bir aşk hikayesi: Bölüm 2
"Size iyilik yapan bir insana karşı hissedilmesi gereken en son duygu minnet duymaktır çünkü bu ona, size yaptığı iyiliğin üstüne bir de bunun keyfini çıkarma fırsatını verir. besleme küstahlığını göstermediğim hiçbir karga, gelip benim gözümü oyma zahmetinde bulunmadı."
Ancak Şeytanın fısıldadıkları şeyler olabilir diyebileceğiniz bu cümleler neyse ki tanrının kendi ruhundan üfleyerek can verdiği iddia edilen insan ırkından çıkmıştı.
Gece ilerledikçe kararan düşüncelerimi birkaç birayla aydınlatmak için, canımdan çok nefret ettiğim kardeşimi aramayı düşündüm.
Ne de olsa hala dışarıda, birkaç saat önce beni de çağırdığı, çayın üç lira ve güzel kız popülasyonunun çok yüksek irtifalarda seyrettiği bir cafedeydi.
Bu davete hiç düşünmeden hayır yanıtını verdim, zira, cafe'de çay içip, etraftaki güzel ve bakımlı bayanlardan birini etkileme planında doğru olmayan bir şeyler seziyordum.
Bana göre, bu kusursuz planın gerçekleşme ihtimali gördüğüm o kadınla birlikte sıfıra inmişti.
'' Gelirken bana 4 kırmızı getirsene.'' isteğinin '' Öeeğg nerden bulucam amuğagoyiim.'' cümlesiyle karşılık bulucağını bilmem canımı sıkmıştı ama sarhoş olduğumda gecenin 2'sinde
telefonu elime alıp o hatunu arama fırsatı çok da uzakta değildi. Bugüne kadar aradığım sayısız kadının beni terslediği ihtimali de hep aklımdaydı.
Satışı belirli bir saatten sonra yasaklanan alkole, ulaşabilme ihtimalim gitgide zayıflıyordu çünkü zaman sınırı geçmiş, düşünme ve empati kurmayı pek beceremeyen küçük sığır da eve
gelmişti. Bunlardan daha kötüsü, hiç kimseyi tanımadığım ve hiçbir yerini bilmediğim yeni bir muhitteydim. Buraya ne zaman gelmiştim ki? En son hatırladığım balkon bu değildi. Balkona çıktım
ve sokağa baktım, bu sokak benim sokağım değildi. Bu kardeş benim kardeşim değildi, ben kendi kardeşimden nefret etmezdim ki. Bu eşyalar benim zevkime göre değildi. Koşarak aynaya baktım ama
gördüğüm şey beni şaşırtmadı. O meymenetsiz suratım hala aynı şekilde sırıtıyordu.
Koşarak evden çıktım, bulduğum ilk mekana girdim. Saçma sapan bir müzik çalan, çoğu veledin uğrak mekanı bir bardaydım. Sanırım 3 bira içtim. Bir saat civarında oturdum. Kalkmak üzereyken mekana iki tane kızın girdiğini gördüm. Uzun boylusu garson çocukla muhabbete başladı. Daha önceden tanıştıkları belliydi. Ben de tanıyorum bu kızı diye düşündüm ya da sadece garsonu kıskanmıştım. Güzel kızdı. Yakındaki bi masaya oturdular. Kendi kendime kalkmak üzereyim, geç kaldınız. Acelem ve yetişecek bir yerim yok ama verilmiş bir kararım var. Kolay değil karar vermek, size yedirtmem kararımı dedim. Hesabımı ödedim ve kapıya doğru yöneldim. Ardımdan topuklu ayakkabı sesi geliyordu, umursamadım. Biri dur diyordu. Niye dur diyordu ki? Sanırım eksik hesap ödedim, diyip arkama döndüm...
Ancak Şeytanın fısıldadıkları şeyler olabilir diyebileceğiniz bu cümleler neyse ki tanrının kendi ruhundan üfleyerek can verdiği iddia edilen insan ırkından çıkmıştı.
Gece ilerledikçe kararan düşüncelerimi birkaç birayla aydınlatmak için, canımdan çok nefret ettiğim kardeşimi aramayı düşündüm.
Ne de olsa hala dışarıda, birkaç saat önce beni de çağırdığı, çayın üç lira ve güzel kız popülasyonunun çok yüksek irtifalarda seyrettiği bir cafedeydi.
Bu davete hiç düşünmeden hayır yanıtını verdim, zira, cafe'de çay içip, etraftaki güzel ve bakımlı bayanlardan birini etkileme planında doğru olmayan bir şeyler seziyordum.
Bana göre, bu kusursuz planın gerçekleşme ihtimali gördüğüm o kadınla birlikte sıfıra inmişti.
'' Gelirken bana 4 kırmızı getirsene.'' isteğinin '' Öeeğg nerden bulucam amuğagoyiim.'' cümlesiyle karşılık bulucağını bilmem canımı sıkmıştı ama sarhoş olduğumda gecenin 2'sinde
telefonu elime alıp o hatunu arama fırsatı çok da uzakta değildi. Bugüne kadar aradığım sayısız kadının beni terslediği ihtimali de hep aklımdaydı.
Satışı belirli bir saatten sonra yasaklanan alkole, ulaşabilme ihtimalim gitgide zayıflıyordu çünkü zaman sınırı geçmiş, düşünme ve empati kurmayı pek beceremeyen küçük sığır da eve
gelmişti. Bunlardan daha kötüsü, hiç kimseyi tanımadığım ve hiçbir yerini bilmediğim yeni bir muhitteydim. Buraya ne zaman gelmiştim ki? En son hatırladığım balkon bu değildi. Balkona çıktım
ve sokağa baktım, bu sokak benim sokağım değildi. Bu kardeş benim kardeşim değildi, ben kendi kardeşimden nefret etmezdim ki. Bu eşyalar benim zevkime göre değildi. Koşarak aynaya baktım ama
gördüğüm şey beni şaşırtmadı. O meymenetsiz suratım hala aynı şekilde sırıtıyordu.
Koşarak evden çıktım, bulduğum ilk mekana girdim. Saçma sapan bir müzik çalan, çoğu veledin uğrak mekanı bir bardaydım. Sanırım 3 bira içtim. Bir saat civarında oturdum. Kalkmak üzereyken mekana iki tane kızın girdiğini gördüm. Uzun boylusu garson çocukla muhabbete başladı. Daha önceden tanıştıkları belliydi. Ben de tanıyorum bu kızı diye düşündüm ya da sadece garsonu kıskanmıştım. Güzel kızdı. Yakındaki bi masaya oturdular. Kendi kendime kalkmak üzereyim, geç kaldınız. Acelem ve yetişecek bir yerim yok ama verilmiş bir kararım var. Kolay değil karar vermek, size yedirtmem kararımı dedim. Hesabımı ödedim ve kapıya doğru yöneldim. Ardımdan topuklu ayakkabı sesi geliyordu, umursamadım. Biri dur diyordu. Niye dur diyordu ki? Sanırım eksik hesap ödedim, diyip arkama döndüm...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)