Salı, Ekim 04, 2016

Hayaldi gerçek oldu!

Gecenin ısısı, kulaklarındaydı. Balkonda, soğuğa karşı direnmek ne derece mantıklı belki bir şeylerden kaçmak için iyi bir yer, diye düşündü. Kulakları artık donmuş, duyma işlevini yitirmiş gibiydi. Belki de, bu onun yalnızlığının sesiydi. Hiçbir şeyi duyamadığı...
Yapayalnız bir insan olmanın en kötü yanı aslında yapayalnız olmak değildir, yapayalnız bir insan çaresizdir ve bütün çaresizler zamanla kötü adam olur ama bütün iyi adamlar kazanırdı filmlerde. Gerçekte ise iyi adam yoktu tam anlamıyla. Bu yüzden her zaman kötüler kazanıyordu. Çünkü herkes kötüydü. 

Bu düşüncelerden sıyrılmak istercesine etrafına bakındı. Ne yapacaktı? Beynini mi söküp atacaktı? Yaşadığı her yalnız saniye boyunca, bu beyin ona yük olmuştu. Sürekli düşündü, düşündü, düşündü. Her düşüncesi bir kaybedişdi aslında. Okuduğu onca iyi yazar bir çırpıda mahvolmuştu. O da mahvolmak istiyordu. Yaşadığı hayat, sefillikti. Her yeni bir gün ona bir yüktü. Neden yaşadığını düşünen bir insandan ne beklenir? Bu güzel söz, ona aitti. Hani ölmeden önce son kez yaşadığına şahit olduğunu kadının, onun üstünden yıllar geçti. Atlatmıştı çoğu şeyi. Belki de yalan söylüyordu kendine. Her gün onu hatırlayarak, nasıl atlatmıştı yaşananları? Atlatmamıştı tabii ki. Sadece vazgeçmişti. Çünkü artık yapayalnız bir sefildi. Ne kimse için önemi vardı, ne de kendi için.

Eskiden olduğu adamı düşündü. Mutlu, huzurlu, başarılı, kendini eğlenmeye adamış, yanındaki kadının saçlarını okşayan bir erkek. Ne değişti? Kız önce saçlarını kesti, sonra ağzına bir maske taktı, nefes almayı bile beceremeyen bir et çuvalına dönünceye kadar onu izledi. İzlemekle yetindi. Üzülmek istedi ama üzülemedi. Onu bu hale getiren ne de olsa kızın kendisi değil miydi? Evet, oydu. Her gün kendi öldürmek için çabalayanda oydu. Peki, böyle acı çekerek ölmesi ona ne kazandırdı? Hiçbir şey.

Boşver, diyerek iç geçirdi. Şimdiye bakmalıydı, bitik haldeydi. Ölüm fermanını padişaha zorla imzalatmış gibi. Bu berbat şehir ve insanlardan kaçmalıyım, dedi. O kadar sesli söylemişti ki bunu şehir ona sövüyormuş gibi bir gürültüyle yankılandı. Dışarıya çıkıp baktığında kimseyi görmedi.  Yine delirdiğim o güzel gecelerden biri, şükürler olsun, diyerek içeriye geçti. 

Yatağına yattı. Gözlerini kapayıp, güzel bir kızla tanıştığını hayal etti. Hayatının son zamanlarında, torununun elini sımsıkıca tutan bir dedenin hırsıyla, hayallerine sarıldı. Kız güzeldi, çok güzeldi. Ama toplumun güzellik yargılarına aykırı bir güzellikti. Aslında en güzeli de bu, dedi içinden. Ne plastik bir kadındı, ne de insanlığın bir hatası. O aslında dünyanın en güzeliydi. Koskocaman dünyanın..
Onunla bir sergide karşılaşmıştı, amatör yazarların kendi dergilerini yüksek zümreye sunduğu o sergilerden, sektörün içindeki insanların, genç yetenekleri inek gibi sağabilmesi için yapılan sergilerden. Kendisi yıllardır bir şeyler yazıyordu. Bir zamanlar iyi bir yazar olacağına inanmıştı bile. Sonra ise şimdi ki rezilliğe evrimleşti hayatı. Orda tanımıştı, o sarı saçlarını ilk gördüğünde kızın, inanamadı. İlk defa bir saç bu kadar güzeldi. İnanamadı, öylece baktı. Gün batımını izleyen bir çiftin pür dikkatiyle izledi onu. Her hareketi ezberledi, sanki ertesi gün kız bu konudan onu sınav yapacakmış gibi. Arkadan bir ses gelmesiyle, kızın dönmesi bir oldu. Bu ani dönüş, hazırlık yakalamıştı onu. Zaten sesi de çıkaran oydu, arkadan bir çocuğun küfürlerinin, bir şiir dinletisi etkisi yaratması. Çocuk, kızın yüzünü ilk o şiir de gördü işte. Ne güzel şiirdi o. Okunmaya doyulmayacak, yazılmaya doyulmacak. İşte fırsat buydu, bu bakışmalar kızla konuşması için fırsattı. Ürkek adımlarla yaklaşmaya çalıştı, beceriksizliğin o eşşiz rezaleti, çocukta o kadar tatlı duruyordu ki kız bile gönlünü kaptırmaktan uzak kalamadı.


Paaaaat! 
Dışardan gelen ses, hayalin en güzel yerine denk gelmek zorundaydı zaten, diyerek balkona çıktı. Yine sokak bomboş, yine kimse yoktu. Bir miktar delirdiğini düşünerek, oturdu ve sigara yaktı. Bomboş hayallerin peşinde koşma sefil, diye kendine kızdı. Ama içinden bir ses, hayallerinin gerçek olduğunu düşünmesini söyledi. 

Günler geçti, aylar geçti. Hala aynı tas aynı hamam, yaşamaya devam etti. O gün babasından bir jest gelmişti evladına, ne kadar da sert biri olsa, erkeğin dilinden anlardı babalar. Ona istanbul bileti almıştı, kendi oğluna. Git ve eski arkadaşlarını gör. Herkes seni merak ediyor, diyerek gazladı evladını. Dönüp babasına bir şeyler demek istedi ama ağzını açmaya hiç mecali yoktu. İçten içe hangi eski arkadaşlar, diye sordu. Ama ilk defa istanbula gitmek için heveslendi. İstanbula en son gittiğinin üstünden 10 yıl geçmişti, neler değişti orada sorusunun merakı içini sardı. Kadıköy'de yine sarhoş olabilir miydi? Kız kulesine bakıp yaşanmış yaşanmamış her şeye sövebilirdi miydi? Taksim'de köşe başındaki o herkesin sevgilisi kadınların ilgi odağı olabilir miydi? Bu sorularla günler geçti, vakit geldi. Uçağa bindi. İstanbul'da indi. Havaalanından direk Kadıköy'e geçti. Barlar sokağı'nda dolanırken bir afiş dikkatini çekti. Gidip yaklaşıp baktığında, bunun bir sergi afişi olduğunu anladı. Siktir et ya, buraya bunun için mi geldim ben, dediğinde hayal ettiği hiçbir şey aklında değildi. Aynı afişe bakan bir çocuk daha vardı. Yanındakinin varlığını hissetmemişti bile , hala aynı şeye sövüyordu kendince. İçinden edebiyata sıçayım, dedi. 
Yanındaki çocuk, pis bir sırıtmayla:
- Oğlum, bunu sen bile diyorsan, harbiden kahrolsun edebiyat!
Bu anı çıkışın sebebi, aslında içinden söylememiş olduğu cümlelerdi elbet ama söylenenlerin arasındaki bir cümle dikkatini çekti:
- Kahrolsun edebiyat! 
- Kahrolsun lan tabii, sen yıllardır edebiyatla uğraş, Antalya'da ilk fanzin sergisini yap, sonra o gün yanında duran çocuğu tanıma.
- Ne?! 
Bu çaresizce cevabı o kadar kötüydü ki yanındaki çocuk dakikalarca kahkaha attı. Belki de tanınmamanın verdiği pis duyguyu, kahkaha ile örtmeye çalıştı. Bilemezdi.
- Sen beni tanımadın, ama ben seni tanıyorum. İlk tanışmamızdaki gibi kardeşim. Sen hala burnu havada bir piçsin, bir insan gram mı değişmez ya? 
- Yanlışın var, çok şey değişti. Mesela tipim, eskiden az çirkindim, şimdi daha çok çirkinim.
- Hay, ağzına sıçayım! Edebiyata sövüp  eski moda yazar esprileri yapma. Piçsin, piç kal. Şu sergi. Bilirsin bu ortamları. Hadi gidelim şu sergiye, belki o eski güzel günleri hatırlarsın. 
- Tamam, gidelim de önce önemli bir şey söylemem lazım.
- Neymiş?
- Bir sigara versene be.
- Hahahahahah! Bok alırsın koçum, devir değişti. Eski piçliğine döndüğü görmek güzel ama sıkıntı var, bende artık senin kadar piçim. 
- Burada tek sıkıntı var o da asla benim gibi güzel uzun saçların olmayacak.

Muhabbet devam etti, muhabbet ede ede yürümeye devam ettiler. Serginin olduğu yere geldiklerinde, ellerindeki yarısı içilmiş sigaraları, aceleyle içtiler. Sigara izmaritini eski günlerdeki gibi yere atıp, ayakkabının ucuyla söndürdüler.  Giriş kapısına geldiğinde yanındaki çocuk:
- Sıçayım böyle edebiyata demek isterdim ama...
- Ama? 
- ...
- Oğlum söylesene. 
- Edebiyat olmasaydı, şu güzelim sarışın kızı göremeyecektin. Hahahahah!





Salı, Eylül 06, 2016

Dostoyevski orospu çocuğu, Oğuz Atay yavşak, Althusser şerefsiz, peki ya ben?

Oley be! Yıllar geçtikçe ben de bir şeyler yapıyorum, kendimi geliştiriyorum falan. Ama durun! Bu bildiğiniz gibi bir şey değil. Bir click bait değil. Olması imkansız. Ben sizi hiç kandırır mıyım? Gerçekten de Dostoyevski orospu çocuğu, Oğuz Atay yavşak, Althusser şerefsiz. Bana inanmıyorsanız bu adamların yaşam hikayelerini araştırın. Bana inananlar için kısa bir özet geçelim.

Mesela Dostoyevski, Rus edebiyatına peşkeş çektirmiş bu adam. Valla tövbe estağfirullah, değişik şeyler yazmış. Psikopatımsı böyle. Tutturmuş bir suç ve ceza. Dostoyevski sen hiç Türkiye'de yaşamamışsın, çok cahil kalmışsın. Burada suç ve ceza yan yana gelemez.. Neyse konumuz bu değildi zaten, hemende gaza geliyorum ben. Dostoyevski, epilepsi hastası, homofobik ( bak sen şuna, lgbt diye bağır ulan!), aynı zamanda iflaz olmaz bir kumarbazdı. (ŞOK!  ŞOK! ŞOK!)


Hey seni unutmadım! Seni evet, sen. Oğuz Atay. Oğuz Atay, yazdı tutunamayanları. Aslında haklısın, sen bu hayata, karına ve adamlığa tutunamamışsın. Sevdiği kadına yakın olabilmek için sevdiği ve evli olduğu kadından boşandı. ( Hmm..) Sonra bu yetmemiş gibi sevdiği ama boşanamayacağı kadına yakın olabilmek için sevdiği ama boşanamayacağı kadının kocasıyla yakın arkadaş oldu. Sırf onu daha fazla görebilmek için. (Ama ne kadar güzel aşık işte, aşkı için neler neler yapmış.)


Salinger, o meşhur olan işte . O münzevi yaşam tarzıyla tanınan. Salinger kırk yıl boyunca evinden dışarı adım atmadı, tek bir kare fotoğrafı bile çekilemedi. Artık adam zihinsel olarak nasıl bir hale gelmişse, düşün abi. Lan kırk yıl dışarı çıkmıyorsun! Kırk yıl lan! Yazıyla anlamadıysan bir de sayı olarak yazalım. 40! 40!
Yani Devlet Bahçeli, bu adamı görse MHP'nin fahri üyesi falan yapar herhalde. Ne diyelim sen de salakmışsın be Salinger abi.


Yusuf Atılgan, hani o Türk Edebiyatına çeki düzen veren, Türk edebiyatını büyüklerine saygılı, küçüklerine sevgi dolu hale getiren o muhteşem insan, Anayurt Oteli gibi bir başyapıt yapan adam. Aylak adam gibi bir kutsal kitap yazan adam. Yusuf Atılgan gitti, insanlara küstü. Sadece arkadaşlarına değil, komple doğmuş, ölmüş hatta doğmamışlara bile küstü. Sonra gidip bir köye yerleşip, tek bir satır cümle yazmadan otuz yıl çiftçilikle uğraştı. Yusuf abi, sen nesin abi? Emeklilik hayalleri kuran memurların hayalini çalmışsın, yakışmamış abi sana. Yani senden öğreneceğimiz çok şey var diye düşünüyorduk biz, sen de onlar gibi çıktın abi. Olmadı abi. Geçelim..



Althusser... Niye sırıtıyorsuna abi? Noldu? Ben, diğer üstadlara sövünce bakıyorum pek hoşuna gitti. Sırıtma abi. Sen hiç masum değilsin. Sen zaten buradakilerin en sefilleri arasındasın abi. Bak ne güzel, elli yıldır birlikte olduğun ve taptığın bir eşin var, kitap mitap yazıyorsun. Tamam abi, hayat boktan biliyoruz. Hepimiz aynı bokta yaşayıp, aynı boku yiyoruz ama. Ne gerek var abi? Zaten elli yıldır katlandığın bu boktan hayata ve aynı senin gibi elli yıldır hem bu hayata hem de sana katlanan bu güzelim ablayı, canımız Helen'imizi, bir sabah uyanıp niye ellerinle boğuyorsun abi? Hangi akla mantığa sığıyor bu? Yani, bu boktan hayata seyirci kalmaması için yaptım falan deme abi, Sefilsin, o kadar sefilsin ki kendini öldüremiyorsun bile zavallı kadının canını alıyorsun.


Ama başlıkta Althusser sondu. Hayır canım, Althusser son değil, hatta hiçbir zaman bunların sonu gelmeyecek. Ama sonu geldiğini varsayarak devam edelim biz.

Ya da vazgeçtim, daha bahsedilmesi gereken birkaç kişi daha var.

Stephan Zweig, tıpkı Althusser gibi yaptı. Ama ondan daha yürekliydi, eline aldı silahı, önce karısına sonra kendisine. Bam! Bam! Vurdu. En azından kendini de öldürebilecek kadar cesurdu ya da salak. Orasına siz karar verin.

İnsan ırkına güveni öylesine çok kaybolan her insan, niye intihar etmek düşüncesiyle doluyor? Anlamıyorum. İnsan ırkı pislik, şerefsiz, göt, yağcı falan filan da arada güzel şeyler, güzel insanlar da var. Onlara haksızlık etmiyor musunuz? Onlar sizin gibi korkak değiller, onlar bir şeyler düzelsin diye uğraşıyorlar, canlarını korkak bir şekilde değil, kitleler için örnek olacak kadar cesur bir şekilde kaybediyorlar. Mesela Walter Benjamin.
Bünyamin abimiz eline alıyor silahı, gidiyor Fransa sınırına ve orada kafasına sıkıyor. Niye Fransa sınırı bilmiyorum ama bir sebebi vardır ve o kadar önemsizdir ki biz onu siktir edelim.


Hemingway yalancı bir pislikti. Jean Genet, gasptan tecavüze kadar bulaşmadık suç bırakmadı. Ömrünün yarısını hapislerde çürüttü, yarısında da bir şeyler yazıp çizdi. Yani, bir şeyler yazıp çizmeseydi, bir boka yaramayan, boş bir insan gibi ölecekti Jean Genet. Şimdi de çokta bir önemi yok aslında. Yazdığı Balkon oyunu dışında diğer yazdıklarını beğenmiyorum.

Yani gördüğümüz gibi, gerçekten de Dostoyevski orospu çocuğu, Oğuz Atay yavşak, Althusser şerefsiz vs. Bu muhteşem eserlerin sahibi yazarlar, muhteşem akıllarının yanında muhteşem de birer pisliklerdi. Yaptıkları çoğu şeyde mantıklı davranmamışlar ancak yazdıkları şeyler ile yaptıkları şeylerin önüne geçmiş hatta yazdıkları sayesinde kendilerinden bin kat daha iyi insanlar için yol göstermişler. Siz bir de beni beğenmezdiniz, beğendiğiniz insanların beğendiğiniz tek şeyleri onların zırvaları arkadaşlar. Zırva diyorum çünkü, zırvalamamaları için böyle boktan yaşamamaları gerekiyordu.

Ben zırvalamak istemiyorum, ilerde eğer birisi benim hakkımda bir şey yazma ihtiyacı hissederse, arkamdan orospu çocuğu, yavşak veya şerefsiz diyebilsin istemiyorum. Bu yüzden bu anlamsız hayata, bir anlam yükleme işinin bende bittiğini ve eğer ben istersem kendi hayatımın güzel, düzgün, yaşanabilir ve keyif alınabilir olabileceğini biliyorum. Siz de bilin ve siz de güzel, düzgün, yaşanabilir ve keyif alınabilir bir hayat yaşayın.

Pazartesi, Ağustos 22, 2016

Gerçeğe Hazır Mısın?


Ortalık kapkaranlıktı, hava ise biraz serindi. Hissedilen serinlik ve yüksekten düşmenin vermiş olduğu o sürtünme ısısı birleşmişti. Zıtların uyumu gibi, erkek ve kadın, siyah ve beyaz gibi serinlikte ısı ile birleşmişti. Uyum, güzel gözükse de düşen için bu umursanacak bir şey değildi. O, bir şeylerden kurtulmak için düşüyordu yüksekten ama kurtulmak istediği şeyler onun peşinden geliyordu. Bunun en güzel tasviri, onu insan yapacak şeylerin o olmasıdır. Bunun farkında olmayanlar, aynı bu adam gibi ahmakça bir hareket yapar. İyi ya da kötü, yaşanılan her şeyden kurtulmanın bir yolu yoktur. Ne ölüm ne de yaşam...

Ne diyorduk işte? Düşüyordu aşağı doğru. Düşmeye devam ediyordu. Düşerken düşündüğü şeylere harcadığı vakit o kadar çok uzun gelmişti ki galiba beyni ilk defa bu kadar yorulmuştu. Yani ilk defa tam randımanlı çalışıyordu beyni. Diğer önemli organı gibi değildi. Ona sürekli kan gidiyordu. Sürekli dik geziyordu. Çaaat!!

Acı bir bağırış... Korkunç sesler ve ağlayan insanlar.

Hayır, hiç biri yoktu. O kadar zavallıydı ki intihar ettiği anda bile kimse onu sikine takmamıştı. Bu zamana kadar önemsiz şeyler yapan birisi, ne bekliyordu ki? Yapayalnız ölecekti çünkü sefil bir piçti. Anlamsız her şey için anlamlı olan şeyleri harcayan biriydi. Sorsaydın sefil olduğunu kabul etmezdi çünkü ahmak bir insanın egosu onu çelik yelek gibi eleştirilerden korurdu. Ne kadar ironikti, bu zamana kadar yalnız olmayı umursamayan o salak, yere düşüp ölmediği zaman yanında birisinin olması için yalvardı asfalta. Asfaltan başka inandığı bir şey yoktu. Düşmüştü ve onu acıtan asfalttı. Ondan korkmasına rağmen, ondan uzaklaşamıyordu. Bunun çok doğaüstü bir şey olduğunu düşünmeye başladı. Asfaltta kızmıştı ve onu kendisine bağlamıştı sonuçta, değil mi?

Düşmüştü ve onu acıtan asfalttı. Ondan korkmasına rağmen ondan uzaklaşamıyordu.


Adam düşüyordu, elindeki birayı kafaya dikip sonra kahkahalara gömüldü diğer oturan adam. Bu zamana kadar sarhoş olmaması gereken tek zamanda yine sarhoştu adam. Ve bu sefer etrafında gerçekten önemli bir şey olmuştu, adım atması ve kurtarması gereken bir şey. Ama yapmadı.
Çünkü kafası güzeldi ve hayal gördüğünü düşünüyordu. Yakışıklı, zengin piçin biri intihar ediyordu. Kendisi gibi fakir, sefil, leş kokulu bir hıyar ise birasını yudumlayıp buna gülüyordu. Ne kadar ironik diye düşündü adam. Ve sonra adama bakıp ayağa kalkmaya çalıştığını görünce kahkahalar ile gecenin sessizliğini şu cümleler ile bozdu:
'' Hahahaha amuğa koyam, o kadar yüksekten düşüp bir de ayağa kalkmaya çalışıyor kodumun salağı. ''



Asfaltta bilmiyor ki ne yaptığını, bilse öldürür müydü adamı? O yıllar önce birkaç yaratıcı sayesinde yere koyulmuştu. Onun görevi, onlara itaat edip, arabalar için kolaylık sağlamaktı. O masumdu. Başka bir derdi yoktu. Sadece arabalara itaat edip, yaratıcılarına hoş gözükmeye çalışıyordu. Ne kadar da masumdu oysaki o asfalt. Onun yaratıcıları da, arabalar da, asfaltta masumdu ama o adamı öldürmüştü. Öldü o adam. Onu öldüren de o asfalttı aslında. O asfalttın öldürmesine sebep olan da yaratıcısıydı. Ve o adamın ölümüne tanık olup, hiçbir şey yapmayan o adam, başkalarına gidip, asfaltın ve asfaltı yapanın ne kadar masum olduğunu anlattı.

Pazartesi, Mayıs 30, 2016

Kendini kendine kanıtlayabildin mi?

İyi geceler, iyi akşamlar, iyi öğlenler, iyi sabahlar...
Günün dört parçası vardır ve hepsi için " iyi " temennisinde bulunuruz. Hiçbir zaman iyi olmaz diye düşünmek mantıksız olsa da mantık ile ilişiğimi çoktan kesmiştim. Doğal olarak benim için bu dört parçanın iyi geçmesi mümkün  değildi. Ben çoktan karar vermişim iyi geçmesin diye. Hayatımda olacak çoğu duygunun, sebebi de sonucu da benim. Sebep çok basit, ertesi gün yaşamak için bir bahane daha üretmek...
Sonuç çok basit, dün yaşadıklarının hiçbir işe yaramadığını görüp ertesi gün denememek. 

Bu eksende gelişen bir hayatın kişiliğime, duygularıma, benliğime,  çevreme, sosyal ilişkilerime katkısı olmuyor, katkısı olmadığı gibi beni bir çukura sürüklüyor.
Mesela kişilik, kişilik olmadan da insanlar bir şeyleri halledebilir. Bunun sebebi ilkel düşüncelerin yok olmamasıdır. İlk çağlarda insanlar kişilik kavramı üstüne yoğunlaşmadığı halde yarın için bir sebep buluyordu. Çağımızda bu mümkün değil, gelişen her şey insanın ilkellikten uzaklaşmasına sebep olur, bu yüzden insanlar var olduğunu kanıtlamak için kendine bir kişilik oluşturuyor.

Mesela duygular, ilkel insanlar duygulara ihtiyaç duymuyordu çünkü ortada ne bir dil, ne bir sosyal yaşam, ne de bir sanat vardı. Kendini ve aileni doyur, onları vahşi hayvanlardan koru, çocuğunun neslini uzatabilmesi için koru gibi şeyler. Çağımızda insanlar var olduklarını kanıtlamak için duygu sahibi olduğunu gösteriyorlar. İyi veya kötü duygular. 

İnsan yaşadığına inanmak istiyor. Halbuki ben inanmıyorum. Biyolojik olarak yaşam sahibi bir canlı olsam da sadece biyolojik bir varlık değiliz. Bu yüzden insan temel ihtiyaçlarını rahatça karşıladığı sürece yaşadığına inanamıyor. Ben mesela. 
Senin yaşadığına inanman için bir tutkun olmalı, temel ihtiyaçlar dışında başka bir ihtiyaç bulmalısın. Kimisi bunu resimle, müzikle, tiyatroyla; kimisi bunu parayla, güçle, şöhretle gideriyor. 

İnsanlar aç varlıklardır. Bir mantar gibi bulunduğu yeri sömürüp yok eder. Doymak bilmez bir açlık...

İlk çağlarda bu yemek bulma ve korunma açlığıydı. Dünyayı tüketecek bir açlık. Tek destek, üremekti ve insanın en iyi yaptığı şey de buydu.
Üremek..
Üredikçe, yok etti.
Yok ettikçe, yenileri çıktı.
Yenileri çıktıkça, yok etti. 
Ve eninde sonunda yenileri çıkmayacak kadar çoğaldı.

Günümüzde bu açlık başka şekillerde kendini gösteriyor.
Mesela paraya aç insanlar, ne kadar parası olursa olsun doymuyor, bulduğu bütün kaynakları yok ediyor, para uğruna

Mesela güçe aç insanlar, daha fazla güç için daha fazla katliam yapıyor ama bunu yaparken hiç düşünmüyor, rahatsız olmuyor çünkü yaptığını kendine çok doğal bir şey olduğu üzerinde kandırıyor.
 
Bunu iyi örnekler ile de gösterebiliriz.
Çoğu yazar, çoğu ressam, çoğu şair hepsi üretmeye açlar. Gerçekten bu tutkuya sahip olanlar, dünya yok olana kadar üretmek istiyor. Veya bilim insanları...


Sonuç olarak; insanın var olduğunu kanıtlaması için bir sürü yol var. Bunları size anlatıyorum, umarım siz kendinize bunları kanıtlayabilirsiniz. Ben kendime kanıtlayamıyorum, bu yüzden size çok ihtiyacım var.

Cuma, Mayıs 06, 2016

Neden?

Milyonlarca kez, herkes tarafından, herhangi bir konu için soruldu bu soru. Her seferinde başka bir cevap aldık. Her seferinde başka bir şekilde kandık bu cevaplara. Hep kendimizi kandırdık ya da başkalarını. Kimse inkar etmesin, hepimiz neden sorusunu sordurtacak hareketler yaptık. Yanlış ya da doğru...
Problem bu değil aslında, yaşamanın altın kuralı öğrenmek zaten, bütün canlılar öğrendiği için yaşayabilir. Öğrenmek içinde hareket içinde olmak gerekir. Bazen ölmek bile öğrenmektir. Ölmediğim için bilemeyeceğim. Yani fiziksel olarak ölmedim. Bir şekilde öldüğüm ve öldürdüğüm şeyler oldu. Bunların hepsini yaşam içerisinde doğal karşıladım. Bazı şeyleri çok zorlaştırdım. Basit şeyleri yokuşa sürdüm, kendimi zor içinde beceriksiz buldum. Üzüldüm, yıkıldım. Zoru başaramadım, imkansız nedir bilmiyorum. Peki neden...



Neden?! Neden zorlaştırdık? Niye? Ne amacımız vardı ki? Neden basit yaşamadık? Neden yiyip içip sıçıp yatmadık? Neden öğrenmek istedik? Gerçeği bilmek bizi ne hale getirdi? Mutlu muyuz? Zerre değil. Ama ne güzel biliyoruz, değil mi? Çok zeki varlıklarız aman çok sikimde. Tek hücreli olmadık diye çektiğimiz çileyi hak ettik mi? Spermken daha mutlu olmadığımızı kim söyleyebilir? Babamın kıllı daşşaklarında yaşarken... (Yeraltı edebiyatı amk bu, küfür olacak tabii ki. )


İnsanları görüyorum, kendime bakıyorum. Amaçsız bir yarış içerisindeyim. Para için yaşıyorum. Daha iyi bir ev (hapishane), daha iyi bir araba, daha iyi bir kadın, daha iyi zımbırtılar, daha iyinin daha da iyisi olan şeyler, ultra mükemmel olan şeyler, bu mu yaşamak lan? Buysa yaşamak, buysa onca kitaplar yazılan kutsal olgu, sıçayım böyle işe. Paranın tanrıdan daha güçlü olduğu bir dünyada yaşadığımız için bizim önemimiz yok. Şimdi burada chuck palahniuk'culuk oynamak istemiyorum. Sonuçta para şart olan bir şey. Şu koskoca dünyada konuşan tek şey para. İnsanlık, yıllar boyu biriktirdiği zeka, birikim, akıl, bilim, felsefe...
Parayı gördüğü zaman secdeye yatıyor.

Haklısınız, fazla karamsarım çünkü param yok. Param olmadığı için hayatıma karar veremiyorum. Güzel bir konseri dinlemek için param yok. Köpek gibi sarhoş olup, yalan dünyaya kanmak için param yok. Yaşamak için param yok. Bravo, teknoloji çağı çok güzel, hayatlarımızı siktiniz be. Hepimiz tatlı, küçük robotlarız. Koskoca evrende bir hiç olduğumuz halde, korkmuyoruz. Düşünce yetilerimizi Fight Club yalanları ile bulamışız. Yeraltı edebiyatı diye birbirimizi düzüp durmuşuz.
Kız tavlamak için saçma düşünceler bulmuşuz ve bunları sikimize de takmamışız.
Seks için, seks için, seks için, seks için ( Bazıları için bu yazının ana fikri olabilir, bundan sonra tek elle bilgisayar kullanmayın. Yazıktır. Teknoloji çağındayız da abartmayalım.)

Artık sadede gelmek istiyorum. Çünkü bu yazı daha fazla sike takılmayacak kadar sıradanlaştı. Para kazanın gençler, çalışın, bir şeyler yapın ama asla sabit kalmayın. Yunanistan'a gidin, orda bir tane kokteyl içmek için 2 saat çalışın, insanlara yardım edin. İnsanlarla tanışın, yapamayacak kadar korktuğunuz şeyleri yapın. Gri şehirleri siktir edin, yeşil alanları koşun. İlerde şansınız olmayabilir. Bugün karar vermek kolaydır ama uygulamak imkansıza yakın. Ne kaybedersin? Daha iyi bir işin olmasa bile, hayatı yaşamak için para şart mı? Doğanın nimetlerinden yararlanmak için para şart mı? İnsanlarla kaynaşmak için para şart mı? Eğlenmek için para şart mı? Paranın şart olduğu tek şey köleliktir. Araba, ev bunlar para ister. Bunları alıp kölesi olmak istiyorsan, yaşam senin. Ama cennette daha iyisi olacak dersen, senin için üzülürüm. Hayallere göre yaşayacağına gerçeğini yaşa.

Çağımızın en büyük hastalığı depresyon, kurtulmak için doğayla bir olmak gerekir, hayvanları sevmek, onlarla bir yaşam paylaşmak, doğayı sömürmek değil, onu paylaşmak gerekir. Çimlere yatmak, ağaçlara tırmanmak,

Ölüyoruz dostlar, gri betonlar içinde mezarlar hazırladık kendimize ve her geçen gün ölüyoruz. Canlı canlı kendimizi gömüyoruz. Aynı şeyleri yapıp, eve gelince ağlıyoruz. Her hücremizde hırs, stres, kin , nefretle dolaşıyoruz. Özgür değiliz, kendimizi kandırıyoruz. Umarım geleceğimizde her şeyi özgürleştiririz. 
Çıplak olmamızın, deli olmamızın, farklı olmamızın, bağımsız olmamızın, beş parasız olmamızın, iphonesuz olmamızın, starbuckstan kahve içmiyor olmamızın, bunları yazmak zorunda olmamızın garip karşılanmadığı dünyada görüşmek üzere...

Cuma, Şubat 05, 2016

Kontrolsüz Bölünmeler

En büyük değil, tek ilham kaynağım Lanegan'ın "Don't Forget Me" parçasında geçer. Anlamı, "Daha çok susadım ve gidebileceğim hiç bir yer yok"tur. 
Günün başından beri yazmayı düşünüyordum. Ancak annemin tezini çürütemedim. Yeterli alkolü almadan ve hava yeterince kararmadan yazamadım. Denklem basittir: hava kararır, alkol bünyeye girer ve sıkıntılar klavye -çalışıyorsa daktilo- başında kusulur. Ardından yatağım göz kırpar ve sızarım.
Eski arkadaşlarımla buluştum dışarıda, bir iki bira içip eve döndüm. Yemek yedim, kurtlanma başladı...
12'de çıktım evden, sitedeki iki Tekel bayii de kapalı olduğu için aklımdan geçti bu parçanın sözleri. 

Kanserli bir kadınla birlikte oldunuz mu hiç?
Veya o kadının yaşadığı acıyı hissettiniz mi?
Veya, o kadın sizin kanseriniz haline geldi mi? Yani ona tutunmaya, onu yaşatmaya çalıştınız mı?
Ertesinde gördünüz mü, gösterdiğiniz ilgi ve çabaya rağmen, onun fişi çoktan çektiğini?
İşte o fiş çekildiği an, ben kendi fişimi takmıştım. Artık devamı yoktu. Pespaye hayatına o devam edecekti, benimle yatmaya devam ettiği gibi. Hayatımda ilk defa, çarpık bir ilişkideki "fuck up" tarafı ben olmayacaktım ancak "ayrıntılar" vardı. 
Hayatı boşladığından ötürü, har vurup harman savuruyordu. Uyuşturucu kullanacaksa en pahalısına, yemek yiyecekse en lezzetlisine, içecekse en güzeline yöneliyordu. Bana eli boş gelmezdi. O, herhangi bir eğlence dönüşü zilimi çaldığında kapıyı açar, otomata basar ve o merdivenlerden çıkarken bira şişelerinin şangırdamasını dinlerdim. 
Geliş gidişleri, New York'a aldığı uçak biletleriyle sonlandı. Yurtdışına veya yurtdışını gezmeye en ufak bir ilgisi olmayan ben, onunla Amerika yolunu tutacaktım. Şaka gibi... Evet Türkiye dışında bir yerde yaşamak harika olabilir ancak Avrupa'da konaklamalı bir tatil sikimde olmaz ki özellikle burda bile doğru dürüst tatil yapmadığım için... Sadece onun son dileklerinden birine yardımcı olduğumu düşünüyordum... 

O gece... Gerçekten onunla bir ilişkiye başladığımızı düşündüğüm gece... 
Yapmasına en çok tepki gösterdiğim ve sinirlendiğim şeyi yaptı. Kokain çekti, ayakucumda, seviştikten sonra uyuyakaldığımı düşünerek. Kıyameti kopardım ve sıradan, yozlaşmış olduğu düşünülen ilişkiye geri döndük; nam-ı diğer "fuckbuddy"liğe. 
Biraz daha böyle devam etti. Eridiğini görüyordum ama kontrolüm dışında erimesi rahatsızlık vermiyordu. Çünkü kahraman olmamam gereken bir pozisyondaydım, biliyordum. 
Bir gece, kalacak hiç bir yeri olmadığını; gerekirse bende kalabilmek için para vereceğini söyledi. Aklımı kaybetmiştim ve onun bu lanet halinden nefret etmeye başlamıştım. İşte o gece döküldü... "Ben seni hala çok seviyorum" dedi ve ağır konuştum: "Sadece bedava seks benim için, bu yaşadığımız." 
Aramayı kesti, konuşmayı kesti, mesaj atmayı kesti, Muğla'ya gideceğim sabahın gecesine kadar... O gece görüşmek istedi ancak ben kartları çoktan dağıtılmış bir poker masasındaydım, planlarım belliydi. 

Muğla'ya geldim, bu yaşa gelmiş olmama rağmen, Muğla'ya uğradığımda; oradaki akrabalarım tarafından bana harçlık verildi. Hala, onsuz veya onunla, Amerika'ya gitmek için bir şansım vardı. Topladığım harçlığın üzerine biraz kendim koyacaktım, biraz borç alacaktım ve döndüğüm gün Antalya'ya; Amerika'nın yolunu tutacaktım. En azından bu plan makuldü...
Lakin koparılmış bağlar ve geri adımı atılamayacak kararlar(ör: Elveda); ego ve gurur gibi karakteristik birer kütleyle birleşti, hayatımda her zaman olduğu gibi ve kırdım kafayı, her zaman olduğu gibi...

Ne imza törenini görebildiğim, ne de resmi açıklamasını okuyabildiğim bir futbolcuydu. Wesley Sneijder... "Bize her sevdadan geriye kalan sadece Galatasaray" dedim ve paramın bir kısmıyla, Sneijder forması aldım. Geri kalanını da bir çift Sennheiser kulaklığa yatırıp, "Artık yok, Amerika da yok, kanserli kadın da..." dedim.

Formayı aldığım gün, attığım koca adım sebebiyle mutluydum. Çünkü farkındaydım... Pembe bulutlar ve uçan filleri bir kalemde silecek kadar ağır bir hamle yapıyordum. 

Dedim ya, her zaman kahraman olamam. İlk kez de olsa; kostümümü, üzerine benzin döküp yakmış bir eski kahramandım; "Watchers" filmine konu olacak cinsten rezil bir kahraman... 
Şimdi ne mi yapıyorum? Hala kendimi içinde "yaşamaya" hazır hissetmediğim Antalya'da, evimde, ılıman iklim 10 derece; sitenin, kuşların pislediği bir bankında oturmuş; bunları karalıyorum. Kulağımda Max Payne oyununun soundtracki var; Sennheiser'larımdan geliyor. (Oh evet, harikasın Sennheiser)
Arada aklıma geliyor, burada yediğim sağlam bir iki kazık ve kibar bir iki "siktir" ve düşünüyorum daha ne kadar kaybedebileceğimi. 
Ama farkındayım da bir yandan. Yanlış tercihlerde bulundum çokça, yanlış hayal ve umutlar peşinde koştum, yanlış şeyler de yaptım ki günah çıkarmak değil amacım. Sadece sanırım, artık büyüyorum ve bunu çeyrek asıra yakın ömür tükettikten sonra ilk kez bu kadar net söyleyebiliyorum. 

Evet hala işşizim, evet yaşıtlarım evlendi, evet yaşıtlarım yüksek lisansa geçmeye başladı, evet yaşıtlarım 3000 liradan işe girdi. 
Afedersiniz de, beni karşılaştıracağınız her bireyi, teker teker boyarım ben laciverde. "Onlar benim yaşadıklarımın onda birini yaşasaydı..." demiyorum, sadece şunu biliyorum; onların el pençe divan durdukları iş arkadaşlarının ya da patronlarının önünde ben, dimdik durup istediğimi alabileceğim. 

Pazar, Ocak 17, 2016

Sabaha 3 saat kala

Orijinal dillerinde, en sık duyduğum sıfat ve lakaplar.
Piç
Serseri
Ukala
Egoist
Alkolik
Sarhoş
Göt
Bencil 
Fallen angel
Grey
Bukowski
Çakma Bukowski
Teoman
Ergen
Kaybedenler kulübü (Yalnız filmi hala izlemedim.)

Bu listeyi çok fazla düşünerek hazırlamadım. Belki de üzerime yapıştırdıkları etiketleri siklemediğim bir tabur insan vardır. Ancak birey olarak, ya çok iyi ya da çok kötü adlandırılıyor olmak da bir şeyleri doğru yaptığım anlamına geliyor. Beni sevebilirsin, bana saygı duyabilirsin, benden nefret edebilirsin ancak iki uç noktada gidip geliyorsan, keskin olduğum için mutlu olmamı sağlarsın. Kutuplu, düşünmeden hareket eden; içgüdüsel yaşayan fakat gerektiği zaman seni manipüle edebilecek kadar diplomatik biriyimdir belki de. En azından elimdeki veriler bana bunu gösterir.
Çünkü insanlar dengesiz. İnsanlar enteresan. Hatta insanlar, ne yazık ki; insan. Ne yazık ki kalıbını kullanıyor oluşumun sebebi zayıflıkları değil. Tam tersine, kuvvetli yönleri...