Uyuşturucuyla ilk haşır neşir oluşumdan (yani Uğur Dündar'ın standart programlarından birinde uyuşturucu üzerine bir "dosya" hazırlanışını ilk gördüğümden) beri, herkesin birer uyuşturucusu olduğuna inanmıştım.
Hobi gibi düşün. Seni uyuşturan, kaslarını gevşeten, gözlerini kısmanı sağlayan bir şey. Kimi için bu beyaz bir kimyasaldı, kimi için aşktı, kimi için futboldu, kimi içinse güçtü.
İnce olan tarafsa, insanlar uyuşturucularının farkında değillerdi. Patronundan aldığı "Aferin" sayesinde uyuşanlar, keşleri suçlarlardı; keşler ise o "Aferin"in peşinden köpek gibi koşan kariyeristleri... Holiganlar, kadınların sosyal medya üzerinden pompaladığı beğenilme kaygısını eleştirirdi; kadınlarsa"futbol, fado, fiesta"yı.
Ben mi? Geride duranlardan oldum hep.
Mutluluk için bir kaç gram kimyasala ihtiyacı olanlara da gülüp geçtim, mutlu olmak için yırtınanlara da. Amacım sabit olmadı hiçbir zaman, ya da mutluluk formülüm...
Ellerim cebimdeyken "Bunu böyle yap." demenin verdiği güç de benim uyuşturucumdu, yalnız oturduğum barlarda söylediğim bir iki duble viski de benim uyuşturucumdu. Zaten hayatta vazgeçemediğim tek şey alkol oldu.
Yıkılan hayatlar, feri silinen gözler gördüm. Alkol sebebiyle... Babamı, alkol sebebiyle kaybetsem ya da aile içi ters ilişkilere sebebiyet veren; aileleri yıkan, hayatımı ucuz bir TV dramasına dönüştürecek şeyin alkol olduğunu öğrensem de, mısır şurubundan; malttan; anasondan vazgeçebileceğimi sanmıyorum.
Bitikler, meteliğe kurşun atanlar gördüm. Uyuşturucu sebebiyle...
Bir kadınım vardı, ilk defa birinin gidişini değil; bitişini izlemiştim. Kokaindi, onu bitiren de.
Fakat hala etrafımda; güneş gözlüklerini güneş tepede olduğu için değil de, önceki gecenin hatıralarını silmek için kullanan insanlara bakıyorum. Biteceklerine şahit oluyorum, yitip gideceklerine; gün gün, saat saat, dakika dakika, saniye saniye...
İşte o an yaşadığım özgüven patlamasını hiç bir şeye değişemiyorum.
Çünkü, ben az önce dünyayı sırtımda taşıdığımı betimleyen gülümsemeyi giyindim; suratıma. İnanmayacaksın fakat gerçekten Atlas benim. Atlas olmaktan şikayet etmiyorum, senin lattenin kremalı olmasından şikayet ettiğin gibi... Dünyayı sırtımda taşımakla kalmıyor, küçük dünyaları da yaratıyorum. Her gün, her saat, her dakika.
Senin gibi bitmeyeceğim, bitirilemeyeceğim.
Çünkü ben, benim. Yapım; ya da doğam bu.
Bu yüzden sen, yanında oturan kadınla konuşamıyorsun. Bu yüzden sen, pazar günü sahilde ya da parkta yapacağın güzel bir yürüyüşle, "low key" takılıp; sendromlarından uzaklaşamıyorsun. Sen, sadece betonun üzerinde yaşıyor ve bundan şikayet ediyorsun. Stresle mücadele edemiyorsun, şikayet etmeyi seviyorsun.
Ama dedim ya, ben o stresten; senin yaşadığın kaostan besleniyorum. Sen dibe vurdukça, ben yükseliyorum. Yükselmeye de devam edeceğimi biliyorum. Kariyer hırslarım var ya da yok; fakat ben problem çıkaran değil, problem çözen olacağım.
Şimdi sakince yatağına gir, yarın işe giderken giyineceğin kıyafeti düşün ya da okulu bitirince hangi yüksek lisans programına kaydolarak iyi bir geleceğe sahip olacağını, maymun iştahınla. Bense, senin gibi dangalaklara; elimdeki ürünü nasıl satabileceğimi düşüneceğim ve emin ol; sen de herkes gibi emir almaktan, neyi nasıl yapacağının sana söylenmesinden keyif alıyorsun.
Benim kazanmamı sağlayan şey de bu ya, zaten...
Ağlayan palyaço değiliz her birimiz; ancak ağlayan palyaço olmak da zordur, bu yüzden ben; uyuşturucularımı seçtim ve kabullendim. Peki sen, neyi kabullenebildin?
niye gülüyorsun? isimler değiştiği zaman anlatılan senin hikayen olur.
Pazartesi, Aralık 22, 2014
Uyuşturucuyla uyuşturulmuş uyuşuk düşünceler...
Etiketler:
ağlayan,
alkol,
atlas,
beğenilme,
beyaz,
dünya,
futbol,
güç,
holiganlar,
kadınlar,
kariyerist,
keş,
low key,
mutluluk,
palyaço,
sosyal medya,
uyuşturucu
Salı, Aralık 02, 2014
Asla Değişmeyecek Şeylerin Listesi
1) İnternet Kafeler: Ortamları tamamen sabit kalacak. Türkiye'de artık çoğu evde bilgisayar varmış, internet varmış, ADSL varmış farketmez. Buralarda takılmaya devam eden, online oyunlar oynayan; porno kovalayan adamlar olacak. Yapış yapış koltuklar, W,A,S,D tuşları silinmiş klavyeler ve kesif kokular bazı hayatları asla terketmeyecek. Gün gelecek, ortama giren bir kadın tüm oyuncuların ve internet sörfçülerinin başlarının aynı eksen etrafında dönmesini sağlayacak; gün gelecek Counter Strike sistemlerden kaldırılırken internet kafe sahipleri vazgeçecek. Çünkü internet kafeler asla ama asla değişmeyecek.
2) Cinsel Davetler: "yukarı çıksana, bir kahve içeriz.", "bize gelsene, film falan izleriz.", "free shop'tan harika bir şarap aldım, içelim mi bizde?" cümleleri asla bitmeyecek. Ne azalarak, ne de bir anda... Çünkü hiç bir zaman insanlar karşı cinse karşı açık olamayacaklar. Sevişmek için bahane üretmeye devam edecek, klişelerin sıfırını tükettiklerinin farkına varamayacaklar.
3) Cinsellik Öncesi Bekleyişler: Yukarıda bahsedilen klişelerle herhangi bir şekilde karşı cinsin evine girebilmiş olan insanların zorlu bekleyişi. Saatler geçecek. Gerginlik başlayacak. İki taraf da birbirinden aynı şeyi bekleyecek fakat iki taraf da harekete geçmeyecek. "ya o bunu düşünmüyorsa", "ya gerçekten de bunu istemiyorsa" gibi şüpheler ve ters bir durumda karşı tarafı sonsuza dek kaybedecek olacağını düşünerek. Dolayısıyla bu sessizlikler, bir taraf harekete geçene kadar hep sürecek.
4) Kahvehaneler: Çünkü erkekler asla ama asla okeyden, bataktan vazgeçmeyecek. türkiyemizin, memleketimizin biricik vatanımızın(ooh, ver coşkuyu, üşüyoruz reyis) ekonomik ve kültürel düzeyi asla yükselmeyecek. Hep bokumuzla oynayacağız. Kahvede arkadaşlarıyla okey oynayıp çay içen zihniyet, akşama doğru bir eli sikinde üç büyüklerin futboluyla ilgili yorum yapacak; daha sonra bünyeyi rakıya saracak; eve gidip karısını çocuğunu dövecek ve türkiye'nin mübalağasız her şehrinde yaşanan bu drama göz ardı edilecek medya tarafından, ancak ana haberlerinde haber niteliği taşımayan ve "normal" olarak adlandırılan bu hayat; modernliğiyle övünen bir çiftin oturma odasında o aptal siyah ekran üzerinden yansıyacak tüm "anormalliğiyle" ve "yerli dizi" sıfatıyla.
5) Alışveriş Merkezleri: "bir bakıp çıkacağım.", "hayatım geçen gün harika bir çanta gördüm" belirteçleri kullanılacak. çünkü her daim tüketmeye açık yeni çantalar, saatler, teknolojik oyuncaklar, parfümler, kıyafetler hatta ve hatta sanat ürünleri; cd'ler, kitaplar olacak. bunların bir kısmı kişinin kültürüne katkı sağlasa da, bir kısmı kişinin çevresine istediği gibi görünmeye çalışmasına(entellektüel, zengin, soylu, vs) hizmet etmekten öteye gidemeyecek.
2) Cinsel Davetler: "yukarı çıksana, bir kahve içeriz.", "bize gelsene, film falan izleriz.", "free shop'tan harika bir şarap aldım, içelim mi bizde?" cümleleri asla bitmeyecek. Ne azalarak, ne de bir anda... Çünkü hiç bir zaman insanlar karşı cinse karşı açık olamayacaklar. Sevişmek için bahane üretmeye devam edecek, klişelerin sıfırını tükettiklerinin farkına varamayacaklar.
3) Cinsellik Öncesi Bekleyişler: Yukarıda bahsedilen klişelerle herhangi bir şekilde karşı cinsin evine girebilmiş olan insanların zorlu bekleyişi. Saatler geçecek. Gerginlik başlayacak. İki taraf da birbirinden aynı şeyi bekleyecek fakat iki taraf da harekete geçmeyecek. "ya o bunu düşünmüyorsa", "ya gerçekten de bunu istemiyorsa" gibi şüpheler ve ters bir durumda karşı tarafı sonsuza dek kaybedecek olacağını düşünerek. Dolayısıyla bu sessizlikler, bir taraf harekete geçene kadar hep sürecek.
4) Kahvehaneler: Çünkü erkekler asla ama asla okeyden, bataktan vazgeçmeyecek. türkiyemizin, memleketimizin biricik vatanımızın(ooh, ver coşkuyu, üşüyoruz reyis) ekonomik ve kültürel düzeyi asla yükselmeyecek. Hep bokumuzla oynayacağız. Kahvede arkadaşlarıyla okey oynayıp çay içen zihniyet, akşama doğru bir eli sikinde üç büyüklerin futboluyla ilgili yorum yapacak; daha sonra bünyeyi rakıya saracak; eve gidip karısını çocuğunu dövecek ve türkiye'nin mübalağasız her şehrinde yaşanan bu drama göz ardı edilecek medya tarafından, ancak ana haberlerinde haber niteliği taşımayan ve "normal" olarak adlandırılan bu hayat; modernliğiyle övünen bir çiftin oturma odasında o aptal siyah ekran üzerinden yansıyacak tüm "anormalliğiyle" ve "yerli dizi" sıfatıyla.
5) Alışveriş Merkezleri: "bir bakıp çıkacağım.", "hayatım geçen gün harika bir çanta gördüm" belirteçleri kullanılacak. çünkü her daim tüketmeye açık yeni çantalar, saatler, teknolojik oyuncaklar, parfümler, kıyafetler hatta ve hatta sanat ürünleri; cd'ler, kitaplar olacak. bunların bir kısmı kişinin kültürüne katkı sağlasa da, bir kısmı kişinin çevresine istediği gibi görünmeye çalışmasına(entellektüel, zengin, soylu, vs) hizmet etmekten öteye gidemeyecek.
6)Alışveriş: Özellikle kadınlarda bu merak hiç bir zaman değişmeyecek. Ne azalacak, ne de artacak. Gardıroplarını hesapta indirimden aldıkları etekler, kazaklar, gömlekler süsleyecek; cilde çok yararlı olduğu iddia edilen losyonlar banyoda yer almaya devam edecektir. Erkeklerse teknolojik oyuncakları -çağın gerekleri- kapsamında tüketmeye devam edecek, sürekli daha teknolojiğini; daha iyisini isteyeceklerdir. Aynı potada erimeyeceği düşünülen bu iki cinsiyet; esasen her daim kadının üzerine atılan "alışveriş" bokunu birlikte paylaşmaya devam edecektir. Mağazalarsa esasen indirime girmeyen ürünlerine "yüzde 50 indirimli!" etiketi yapıştıracak ve avlayacak sazan bulmakta çok da zorlanmayacaklardır. Çünkü tüketim, insanlığı en çok da burada vuracaktır.
7)Statü Saplantıları: Ne alan, ne veren için bir değişim olmayacak; üst mevkiler kendilerini daha değerli görecek, bunu da çıkar ilişkileri üzerinden cinsel istismara kadar götürmeyi kendilerine borç bileceklerdir. Dolayısıyla masa altından sakso çeken sekreterler sıradan hayatlarına, patronunu şöminenin önünde düzen "genç ve dinamik" çalışanlar alacakları maaş zammına bakacaklardır. Bu kimine göre bir çürüme; kimine göreyse başarıya giden anahtar olacaktır. Bunun bir hafifletilmiş versiyonu yalakalıksa bu başlık altında yazılan her yazı gibi, ne azalarak bitecek; ne de artıp dünyayı ele geçirecektir. gururlu insanlar gururlarından taviz vermeyecek ve bunu ulu orta dile getirmeyecek, beş para etmeyen kalpazanlar ise samimi bulduğu ortamlarda başarılarının sırrını açıklamaktan çekinmeyeceklerdir.
8)Özgür ve Cesur Olduğunu İddia Eden Medya Organları: Radyolar, gazeteler ve hayatımıza giren(daha doğrusu hayatımıza sokup sokup çıkaran) televizyon... İnsanlar her zaman uyutulmaya meğilli olacak; hayatlarına bir parça drama katan ve vazgeçilmez kılınan diziler, üçüncü sayfa vahşet haberleri, içinde ciddi anlamda hiç bir şey konuşulmayan ve insana hiç bir şey katmayan "talk show" programları... Apolitik uyku toplumun büyük bir kesmini etkisi altına alacaktır her zamanki gibi. Bu tip jonglörlerden bir nebze de olsa paçasını kurtarabilmiş olan kesmin kendisinden kültürel veya zihinsel anlamda altta kalan tabakanın elinden tutmaması da bu sabitliğin sebebi olacaktır.
9) Politikacılar: Kendi koltuk kavgaları, kendi cep kavgaları içinde kavrulup duracak; insanların değer yargıları üzerinden duygu sömürüsü yapmaya devam edeceklerdir. Burada önemli olan kişinin sağ görüşlü-sol görüşlü olması değil; kendisine hitap eden kişinin bir siyasi olmasıdır. Dürüstlük başa bela olacak, dürüstler siyasetten elini eteğini çektiği gibi; iç hesapları bilindiğinde yüzüne tükürülmeyecek adamlar koyunları gütmeye devam edecektir.
10) Şarapçılar, Keşler, Dilenciler: Büyük usta Bukowski'ye göre size zararı dokunacak en son kişiler, kaybedecek hiç bir şeyi olmayanlar... Elit kesmin hışmına uğradıklarını bilmeseler de, "böyle gelmiş böyle gider" gibi dünyanın en gerizekalı ideolojik yapısına sahip olsalar da hiç bir zaman toplumdan silinemeyecekler, Varlıklarını her daim sürdüreceklerdir. Sınıf ayrımı olmaksızın, kendini bir beden üstün görenlerin cepleri kalabalıklaştıkça; onlar kıçına giyecek don bulamayacaklardır ve -şu ana kadar olduğu gibi- bir yerden sonra savaşmayı bırakacaklar, durumlarından memnun olmaya başlayacaklardır. Ne tavırları, ne de tutkuları değişecektir. Hayvan hakları savunucusu olduğunu iddia eden mallar en küçük dilekleri olan şarap parasına/allah rızası için bir sadakaya pek de rağbet etmeyecek; onlarsa bir hayvan kadar değeri olmadığı konusunda herhangi bir çıkarımda bulunmayacaklardır.
7)Statü Saplantıları: Ne alan, ne veren için bir değişim olmayacak; üst mevkiler kendilerini daha değerli görecek, bunu da çıkar ilişkileri üzerinden cinsel istismara kadar götürmeyi kendilerine borç bileceklerdir. Dolayısıyla masa altından sakso çeken sekreterler sıradan hayatlarına, patronunu şöminenin önünde düzen "genç ve dinamik" çalışanlar alacakları maaş zammına bakacaklardır. Bu kimine göre bir çürüme; kimine göreyse başarıya giden anahtar olacaktır. Bunun bir hafifletilmiş versiyonu yalakalıksa bu başlık altında yazılan her yazı gibi, ne azalarak bitecek; ne de artıp dünyayı ele geçirecektir. gururlu insanlar gururlarından taviz vermeyecek ve bunu ulu orta dile getirmeyecek, beş para etmeyen kalpazanlar ise samimi bulduğu ortamlarda başarılarının sırrını açıklamaktan çekinmeyeceklerdir.
8)Özgür ve Cesur Olduğunu İddia Eden Medya Organları: Radyolar, gazeteler ve hayatımıza giren(daha doğrusu hayatımıza sokup sokup çıkaran) televizyon... İnsanlar her zaman uyutulmaya meğilli olacak; hayatlarına bir parça drama katan ve vazgeçilmez kılınan diziler, üçüncü sayfa vahşet haberleri, içinde ciddi anlamda hiç bir şey konuşulmayan ve insana hiç bir şey katmayan "talk show" programları... Apolitik uyku toplumun büyük bir kesmini etkisi altına alacaktır her zamanki gibi. Bu tip jonglörlerden bir nebze de olsa paçasını kurtarabilmiş olan kesmin kendisinden kültürel veya zihinsel anlamda altta kalan tabakanın elinden tutmaması da bu sabitliğin sebebi olacaktır.
9) Politikacılar: Kendi koltuk kavgaları, kendi cep kavgaları içinde kavrulup duracak; insanların değer yargıları üzerinden duygu sömürüsü yapmaya devam edeceklerdir. Burada önemli olan kişinin sağ görüşlü-sol görüşlü olması değil; kendisine hitap eden kişinin bir siyasi olmasıdır. Dürüstlük başa bela olacak, dürüstler siyasetten elini eteğini çektiği gibi; iç hesapları bilindiğinde yüzüne tükürülmeyecek adamlar koyunları gütmeye devam edecektir.
10) Şarapçılar, Keşler, Dilenciler: Büyük usta Bukowski'ye göre size zararı dokunacak en son kişiler, kaybedecek hiç bir şeyi olmayanlar... Elit kesmin hışmına uğradıklarını bilmeseler de, "böyle gelmiş böyle gider" gibi dünyanın en gerizekalı ideolojik yapısına sahip olsalar da hiç bir zaman toplumdan silinemeyecekler, Varlıklarını her daim sürdüreceklerdir. Sınıf ayrımı olmaksızın, kendini bir beden üstün görenlerin cepleri kalabalıklaştıkça; onlar kıçına giyecek don bulamayacaklardır ve -şu ana kadar olduğu gibi- bir yerden sonra savaşmayı bırakacaklar, durumlarından memnun olmaya başlayacaklardır. Ne tavırları, ne de tutkuları değişecektir. Hayvan hakları savunucusu olduğunu iddia eden mallar en küçük dilekleri olan şarap parasına/allah rızası için bir sadakaya pek de rağbet etmeyecek; onlarsa bir hayvan kadar değeri olmadığı konusunda herhangi bir çıkarımda bulunmayacaklardır.
Cuma, Ekim 17, 2014
Medusa'nın Laneti
Bir tanrı düşünün. Tanrıların tanrısı. Her şeyiyle mükemmel bir varlık. Yok muydu bu tanrının bir kusuru? Vardı, o muhteşem Zeus'un en büyük kusuru kendi tohumundan doğmuş olan ama asla bir tanrı olamayacak kadar güçsüz, cesaretsiz ve liderlik vasıflarının eksilere kadar düştüğü çocuk. Zeus için utanç kaynağı. Kimselerin bilmediği bu gizemli çocuk, Zeus'un en büyük sırrıydı. O muhteşem Zeus kendine bu çocuğu asla yakıştırmadı.
Günler böylelikle geçti. Her gece yatmadan önce Zeus düşündü. Bu çocuk benim lanetim değil, dedi. Bu çocuk benim zayıf noktam, ondan kurtulmalıyım diye düşündü. Zeus'un en büyük ve tek hatası işte böyle başladı. Zeus, çocuğu öldüremezdi. Öldürdüğünde çıkacak dedikodulardan korktuğunu sandı ama aslında bunu yapacak cesareti yoktu. Ne kadar istemese de o kendi çocuğuydu. Günler geçti, Zeus gittikçe acımasızlaştı. Kendi çocuğuna sunamadığı nefreti, insanlara sundu. Zamanla muhteşemlik yerini zalimliğe bırakıyordu. Bir gün Zeus, çocukla yüzleşti. Çocuk, zeus'a baba, dedi. İşte o zaman Zeus sevgiyi öğrendi ama yapacak bir şey yoktu. Zeus, ben senin baban değilim, sen de benim oğlum değilsin. Adımı lekelediğin için ve şanıma hakaret ettiğin için sana en büyük cezayı, ıstırabı bahşediyorum, dedi. İşte çocuk o zaman aşkı öğrendi.
Zaman geçtikçe içindeki alev yükseldi. Babasının zihnine kazıdığı o kadını aradı. Aylar, yıllar geçti. Aradığı kızı bulmak için çok insan gezdi. Çocuk bir gün bilge bir adamın evine gitti. Ona durumunu anlattı. Kadını tarif etti. İşte o gün her şeyi bildiğini sanan bilge adam gerçek acıyı öğrendi. Bilge adam, Medusa, dedi. Çocuk anlamadı. Bilge adam konuşmadı. Çocuk her gün onu aradı. Medusa'yı kime sorduysa üstüne daha fazla gizem bindi. Alemlerin hepsinde güvendiği tek insana, annesine, Medusa'yı sordu. Annesi bunu duyunca ağlamaya başladı. Oğluna bir ifrite aşık olduğunu, alemlerin en çirkin kadınını sevdiğini söyledi. Çocuk, yine de pes etmedi, edemezdi de. Günlerce babası Zeus'a Medusa'yı bulmasına yardım etmesi için yalvardı. Zeus, bu dualara kayıtsız kalamadı. Zeus, çocuğunun kafasına Medusa'nın yerini kazıdı ve çocuk hayatının yolculuğuna başladı.
Babasının verdiği ipuçlarını takip ederek Medusa'yı buldu. Medusa, o muhteşem şaçlarının yerine yılan getirilen, her bir tanrıyı güzelliği ile hayran bırakmış ancak daha sonra lanetlenip çirkinliği ile alemlere nam salmış Medusa. Çocuk, Medusa'nın karşısına geçti. Kalbi titreye titreye aşkını itiraf etti. Medusa, bu çocuktan çok etkilendi. Çirkinliğine rağmen onu seven çocuğu gördü. İşte o gün Medusa aşkı öğrendi. Günler geçti, aylar geçti. Bütün çirkinliğine rağmen Medusa'yı seven birini duyunca kıskançlığı kabardı Athena'nın. Öyle bir lanet verdi ki Medusa'ya, gözlerine bakan herkes taş kesilmişti. Medusa ağladı, çocuktan kaçtı. Sevdiği çocuktan kaçtı. Çocuk, Medusa'nın sürekli ondan kaçmasına dayanamıyordu. Bir gece ansızın Medusa'nın odasına girdi. Medusa'yı sakince uyandırdı ve Medusa'ya gözlerini aç, bana doğruyu söyle dedi. Medusa hayır demişti ama çocuğun kendisini öpmesiyle gözlerini açmak zorunda kaldı. Gözlerini açar açmaz karşısındaki çocuğun sevgi dolu ve taşlaşmış gözlerine baktı.
İşte o gün, çocuğun bütün umutları kelebeğe dönüştü ve Pandora'nın kutusuna hapsedildi.
Günler böylelikle geçti. Her gece yatmadan önce Zeus düşündü. Bu çocuk benim lanetim değil, dedi. Bu çocuk benim zayıf noktam, ondan kurtulmalıyım diye düşündü. Zeus'un en büyük ve tek hatası işte böyle başladı. Zeus, çocuğu öldüremezdi. Öldürdüğünde çıkacak dedikodulardan korktuğunu sandı ama aslında bunu yapacak cesareti yoktu. Ne kadar istemese de o kendi çocuğuydu. Günler geçti, Zeus gittikçe acımasızlaştı. Kendi çocuğuna sunamadığı nefreti, insanlara sundu. Zamanla muhteşemlik yerini zalimliğe bırakıyordu. Bir gün Zeus, çocukla yüzleşti. Çocuk, zeus'a baba, dedi. İşte o zaman Zeus sevgiyi öğrendi ama yapacak bir şey yoktu. Zeus, ben senin baban değilim, sen de benim oğlum değilsin. Adımı lekelediğin için ve şanıma hakaret ettiğin için sana en büyük cezayı, ıstırabı bahşediyorum, dedi. İşte çocuk o zaman aşkı öğrendi.
Zaman geçtikçe içindeki alev yükseldi. Babasının zihnine kazıdığı o kadını aradı. Aylar, yıllar geçti. Aradığı kızı bulmak için çok insan gezdi. Çocuk bir gün bilge bir adamın evine gitti. Ona durumunu anlattı. Kadını tarif etti. İşte o gün her şeyi bildiğini sanan bilge adam gerçek acıyı öğrendi. Bilge adam, Medusa, dedi. Çocuk anlamadı. Bilge adam konuşmadı. Çocuk her gün onu aradı. Medusa'yı kime sorduysa üstüne daha fazla gizem bindi. Alemlerin hepsinde güvendiği tek insana, annesine, Medusa'yı sordu. Annesi bunu duyunca ağlamaya başladı. Oğluna bir ifrite aşık olduğunu, alemlerin en çirkin kadınını sevdiğini söyledi. Çocuk, yine de pes etmedi, edemezdi de. Günlerce babası Zeus'a Medusa'yı bulmasına yardım etmesi için yalvardı. Zeus, bu dualara kayıtsız kalamadı. Zeus, çocuğunun kafasına Medusa'nın yerini kazıdı ve çocuk hayatının yolculuğuna başladı.
Babasının verdiği ipuçlarını takip ederek Medusa'yı buldu. Medusa, o muhteşem şaçlarının yerine yılan getirilen, her bir tanrıyı güzelliği ile hayran bırakmış ancak daha sonra lanetlenip çirkinliği ile alemlere nam salmış Medusa. Çocuk, Medusa'nın karşısına geçti. Kalbi titreye titreye aşkını itiraf etti. Medusa, bu çocuktan çok etkilendi. Çirkinliğine rağmen onu seven çocuğu gördü. İşte o gün Medusa aşkı öğrendi. Günler geçti, aylar geçti. Bütün çirkinliğine rağmen Medusa'yı seven birini duyunca kıskançlığı kabardı Athena'nın. Öyle bir lanet verdi ki Medusa'ya, gözlerine bakan herkes taş kesilmişti. Medusa ağladı, çocuktan kaçtı. Sevdiği çocuktan kaçtı. Çocuk, Medusa'nın sürekli ondan kaçmasına dayanamıyordu. Bir gece ansızın Medusa'nın odasına girdi. Medusa'yı sakince uyandırdı ve Medusa'ya gözlerini aç, bana doğruyu söyle dedi. Medusa hayır demişti ama çocuğun kendisini öpmesiyle gözlerini açmak zorunda kaldı. Gözlerini açar açmaz karşısındaki çocuğun sevgi dolu ve taşlaşmış gözlerine baktı.
İşte o gün, çocuğun bütün umutları kelebeğe dönüştü ve Pandora'nın kutusuna hapsedildi.
Pazartesi, Ekim 06, 2014
Aşk? Hayır, üstü kalsın.
Çok tatlı bir şey, böyle.. Ne bileyim ya anlatamıyorum, ama kalbim küt küt atıyor onu görünce."
"Hayatımda tanıdığım en doğru insan. Benim için doğru adam bu... Ben aşığım galiba Mahmut..."
"Terketti, bıraktı gitti. Çok kötüyüm abi, akşam işin yoksa içelim mi?"
"Pis köpek! Ayrıldık... Orospu çocuğu ya! Sildim her yerden, Facebook'umu da yeniden açıyorum."
"Çok güzel gidiyordu her şey, bir anda yürümeyeceğini söyledi."
"Meğerse piçmiş bu. Bir okudum mesajlarını neler neler var! Siktiri çektim yolunu verdim ben de!"
vs. vs. vs.
Bir saniye bile düşünmeden, backspace kullanmadan aklıma gelen ilk beyin kemirgenleri bunlar. Sadece benim çevremde bu diyalogların dönmediğini de biliyorum. Aşk... Kitlelerin eroini. Vazgeçilemeyen. Sıcak çikolata tadında. Ama sıcak çikolatadan daha akıcı, daha şireli, daha yapış yapış.
Peki nedir aşk? Böyle insanın içinin kıpır kıpır olması mıdır? Sevdiğini haykırabilmek midir? "O" aklına geldikçe mutlu olmak mıdır? Hayır. Hiç biri değildir. Aşk serotonin hormonunun vücutta fazla salgılanması da değildir. Aşk nedir biliyor musun? Aşk tutsaklıktır, aşk tatmindir, aşk duygusal arayıştır. Ama aşk asla kült değildir. Aşk; bir başkasının seni düşündüğünü fark ederek yaşadığın mutluluk ve yine aynı sebeple egonun okşanmasının tanımıdır sadece.
Şimdi geriye dön ve düşün. Ne kadar acı çektin hayalinde yarattığın bu büyülü duygu yüzünden? Ne kadar zaman tükettin? Amacın vardı. Sevmek değildi. Sevişmek de değil. Amacın ona sahip olmaktı, duygusal, fiziksel ve cinsel yönden. Üçü bir arada hesabı... Buna aşk dedin. O da aşk dedi. Birlikteydiniz. Sonra başkalarına da aynı şekilde sahip olmak istediğini farkettin, veya onun başkalarına sahip olma eğilimlerini... Vazgeçtin. Elinde ne mi kaldı? Büyük bir kap dondurmayla aromalandırılmış, battaniyenle süslenmiş; hastalık hastası anlamına da gelen büyük bir boşluk: depresyon.
Yıkıl. Çünkü bunu hak ettin. Aradan birazcık zaman geçecek, yeni birini bulacaksın. Aşk diyeceksin bu duygu ve düşüncelerine de ve benim gibi aşka inanmayan insanları ayıplayacak, onlara uzun tiradlar atacaksın. Zayıf değilsin, zeki veya aptal da değilsin, sadece ve sadece; malsın.
Salı, Ağustos 12, 2014
Tamircilere karşı hissedilen suçluluk
Altında derin ve karmaşık bir dizi psikolojik faktörün yattığına inandığım korkunç bir his. Duşakabinimizin su sızdırmaya başlaması, kombimizin titreye titreye çalışması, buzdolabımızın optimus prime'a dönüşmesi gibi nedenlerle eve çağırdığımız tamirci karşısında neden çaresiz hissederiz kendimizi? Neden sürekli ona yaranmaya çalışırız? Neden '' ustacığım bir şey lazım mı? '' diye sorarız sürekli? O bir cerrah titizliğiyle işini yaparken hissettiğimiz gerilimin sebebi nedir? Neden eve gelen usta bizden '' kullanılmayan, böyle eski, pis bir bez '' ya da ''şöyle küçük bir iskemle'' istediğinde heyecanlanırız?
Çocukken evde bozulan her elektronik alet karşısında '' sen mi oynadın lan bununla? '' diyen bir baba, hiç anlamadığımız bir konuda tamirata gelen adamın çıkaracağı masrafın belirsizliği, bir şeyi tamir ettirmenin getirdiği mutsuzluk ve gerilim hissi... Hepsi ama hepsi bu suçluluğun nedenleri arasında sayılabilir. Mamafih akılda tutulması gereken bir başka neden de bazı tamircilerin eve sıradan bir insan, normal bir tesisatçı şeklinde gelmek yerine sorgu meleği kılığında gelmesi olabilir. Adam sizinle öyle bir konuşur ki ezilir büzülürsünüz. Sizi sorgular da sorgular... Sorun ondan önce gelen tamirciler ya da ustalardır. Bu asabi ve kıskanç usta tipi adamın ruhundaki suçluluk hissini artırır.
- Usta sorun neymiş?
+ Kime monte ettirdiniz siz bunu?
- Valla eve tanışırken ustalar baktı...
+...
- Ne olmuş abi?
+ Olacağı olmuş işte... İşi bilmeyen adam bunu ekseriyetle böyle monte eder. Bunu komple yanlış monte etmişler...
- Tüh ya.
+ Masraftan mı kaçtınız siz?
- Yok..
+ Masraftan kaçarsanız böyle olur işte.
- Abi kaçmadık masraftan.
+ Geçen bir başka yerden çağırdılar. Duşakabini takar takmaz hadi selamunaleyküm.. Sular alttan banyoyu basmış. Masraftan kaçmayacaksın, ustasını bulacaksın.
- Valla bilemedik abi. Masraftan da kaçmadık ama
+ Kaçmayacaksın masraftan.
- Yok abi kesinlikle kaçmadık zaten..
Bu ne lan? Yecüc mecüc gelse daha iyiydi. Usta mısın csi dedektifi misin? Kaçtım masraftan evet. Ucuzu tercih ettim. Zeus belanı versin senin. Zona oldu her yanım stresten, gerilimden. Evet masraftan kaçtım. Evet arkadaşlarla biz monte ettik onu. Biz monte ettik. Anlıyor musun biz? Ucuz olsun istedim çünkü. Masraf çoktu, artmasın istedim. Suç mu? Suç mu bu? Amacın beni ağlatmak mı, üzmek mi? Özür dilerim tamam mı usta, tamam mı? Özür dilerim. Yeter artık üstüme gelme. Ühühühüh...
Şimdi yazarken bile fena oldum..
Sanırım devam edemeyeceğim. Burda keselim.
Çocukken evde bozulan her elektronik alet karşısında '' sen mi oynadın lan bununla? '' diyen bir baba, hiç anlamadığımız bir konuda tamirata gelen adamın çıkaracağı masrafın belirsizliği, bir şeyi tamir ettirmenin getirdiği mutsuzluk ve gerilim hissi... Hepsi ama hepsi bu suçluluğun nedenleri arasında sayılabilir. Mamafih akılda tutulması gereken bir başka neden de bazı tamircilerin eve sıradan bir insan, normal bir tesisatçı şeklinde gelmek yerine sorgu meleği kılığında gelmesi olabilir. Adam sizinle öyle bir konuşur ki ezilir büzülürsünüz. Sizi sorgular da sorgular... Sorun ondan önce gelen tamirciler ya da ustalardır. Bu asabi ve kıskanç usta tipi adamın ruhundaki suçluluk hissini artırır.
- Usta sorun neymiş?
+ Kime monte ettirdiniz siz bunu?
- Valla eve tanışırken ustalar baktı...
+...
- Ne olmuş abi?
+ Olacağı olmuş işte... İşi bilmeyen adam bunu ekseriyetle böyle monte eder. Bunu komple yanlış monte etmişler...
- Tüh ya.
+ Masraftan mı kaçtınız siz?
- Yok..
+ Masraftan kaçarsanız böyle olur işte.
- Abi kaçmadık masraftan.
+ Geçen bir başka yerden çağırdılar. Duşakabini takar takmaz hadi selamunaleyküm.. Sular alttan banyoyu basmış. Masraftan kaçmayacaksın, ustasını bulacaksın.
- Valla bilemedik abi. Masraftan da kaçmadık ama
+ Kaçmayacaksın masraftan.
- Yok abi kesinlikle kaçmadık zaten..
Bu ne lan? Yecüc mecüc gelse daha iyiydi. Usta mısın csi dedektifi misin? Kaçtım masraftan evet. Ucuzu tercih ettim. Zeus belanı versin senin. Zona oldu her yanım stresten, gerilimden. Evet masraftan kaçtım. Evet arkadaşlarla biz monte ettik onu. Biz monte ettik. Anlıyor musun biz? Ucuz olsun istedim çünkü. Masraf çoktu, artmasın istedim. Suç mu? Suç mu bu? Amacın beni ağlatmak mı, üzmek mi? Özür dilerim tamam mı usta, tamam mı? Özür dilerim. Yeter artık üstüme gelme. Ühühühüh...
Şimdi yazarken bile fena oldum..
Sanırım devam edemeyeceğim. Burda keselim.
Pazartesi, Ağustos 04, 2014
The Baba: Denizden uzakta bir yaz
NOT: Bu hikayede şnorkel, havlu ve bikini yok, maşa, kilim ve mangal var. Döne döne bronzlaşan insanlar yok, döne döne kızaran tavuk kanatları var. Kahkaha, bira ve neşe yok, ciddiyet, ayran ve tokat var. Sağlıkla gülümseyen dişler yok, et bekleyen protezler var. Dalıp çıkmak yok, dümdüz oturmak var. Şöyle bir duş alıp tuzu atmak yok, eve dönünce sırayla banyo yapmak var. Deniz hiç yok, bildiğin toprak var.
Büyük Şef, yaklaşık bir saat önce Belgrad ormanındaki piknik alanına ailesinin önünden yürüyerek girdiğinde sanki arsa satın alacakmış gibi etrafı inceledi. En iyi yeri istiyordu. Herkes en iyi yeri ister, fakat mesire yerlerinde vaat edilmiş topraklar ancak içi çocuk dolu ticari araçlarıyla erken yola çıkanlarındır (doblolular). Büyük Şef, doğayla uzun uzun bakıştıktan sonra, tam istediği gibi olmasa da eliyle bir ağacın altını işaret ederek sordu: " Şura iyi mi?" Hayatın hiç bir alanında söz hakkı tanınmayan kadınlar bu soru karşısında onayladıklarını belli eden, ama kelimeyle benzemeyen bazı sesler (iy-iy-işte-iy-iy) çıkardılar. Aile işaret edilen bölgeye eşyalarını taşırken, Büyük Şef elleri arkasında yavaş yavaş yürümeye başladı. Arkadan bağlı ellerinden minik bir kuyruk gibi sarkam tesbihiyle adeta huysuzluk çekiyordu.
Küçük Şef, elinde maşayla kanatların başında tedirgin beklerken, Büyük Şef oturduğu yerden, " Çevir artık çevir!" diyor. Oğlunu maşa gibi kullanan bu aksi ihtiyarın hangi kanatları kastettiği belli değil. Zaten mesele tavuktan çok otorite. Çeviriyor Küçük Şef. " Onları değil, benden taraftakileri." diye uyarıyor Büyük Şef. Yanlış tavukları geri alarak babasından yana olanları çevirmeye başlıyor. Emir yerine getirilmesin rağmen, " Hay senin yapacağın işe..." diye bir ses duyuluyor.
Tavukları çevirirken bile stres yaşayan Küçük Şef, "Olmuş mu baba?" diye sorarken Büyük şef'in başında bekliyor. Cevap gelmiyor, demek ki olmuş. Büyük Şef, kendi kuşağındaki dişsizlere göre büyük bir ustalıkla kemiriyor kanatları. Protezlerini yaklaşık 20 yıl önce Ümraniye'de bir dişçi yapmıştı. Daha taktığı gün leblebi testinden tam not almıştı protezler. Cevizli sucuk bile yiyebildiği bu protezler dışında hayatında hiçbir şeyi övmedi Büyük Şef. İşte bugün tavuğu gönlünce dişleyebiliyor, herkesten fazla kanat götürüyorsa o dişçi sayesinde. Torunu daha bir tane bile yememişler sekizinci kanadı ısırır ısırmaz öfkeyle oğluna dönüp, "Pişmemiş al bunu" diye bağırıyor. "Nasıl pişmemiş baba?" diyerek Ümraniyeli dişçinin bile başa çıkamadığı kanadı eline aşan Küçük Şef, telaşından olacak sorunlu kanadı ağzına götürüyor. Sağlıklı dişleri kanadı kolayca koparmasına rağmen, sorun çıkmasın diye yıllar içinde geliştirdiği rol yeteneğiyle çiğnemekte zorlanıyormuş gibi yapıyor. Gelin elinde tavuk kanadıyla çocuğun peşinde. Amacı çocuğuna ulaşıp gıdayı ağzına sokmak (kuş tipi beslenme). Fakat Büyük Şef'in torunu çok hızlı. Tavuktan önce tokat yiyeceğini bildiğinden durmaya niyeti yok. Mangal başında pişmemiş tavuğu proteze uygun hale getirmeye çalışan babasının, "Dayağı yersin bak!" diye bağırmasıyla işler değişiyor; tokatın el değiştirerek kuvvetlenme ihtimaline karşı zınk diye duruyor çocuk. Gelin, tavuğu sanki döver gibi ağzına sokuyor.
Vurduğu top masadaki bardağı deviren çocuk annesi tarafından tokatlanıyor. Küçük Şef'ten yediği tokatların genç kuşağa devri bu. Zamanında kayınpederinden kocasına, kocasından kendisine, kendisinden çocuğuna kalan bir miras. Büyük Şef dinlenmede. Ağaç altında kendisi için hazırlanan mobil döşeğe uzanıyor. Oysa torun kafasına vuran bir Dede'nin yatacak yeri yoktur. Torununun ağlayarak koşusuna devam etmesi adeta hoşuna gidiyor. Kurduğu mikro-faşist krallığın tokat yemeyen tek bireyi olarak halinden memnun. Bunca kişinin bütün hayatının karar mekanizması onda son buluyor.
Sallanmak yetmiyor çocuğa. Ayağa kalkıp sallanıyor, o da yetmiyor. Salıncakta bile koşmak istiyor adeta. Onu, kafasını yere çarpmadan önce havada koşarken görenler var. Gelin, Küçük Şef ve Büyük Şefin karısı, salıncaklar bölge sine koşuyorlar. Kısa bir süre sonra, sanki suç işlemiş gibi Büyük Şef'in karşısına çıkarılması gerekiyormuş gibi. Çekiştirerek getiriyorlar çocuğu.
Büyük Şef, yaklaşık bir saat önce Belgrad ormanındaki piknik alanına ailesinin önünden yürüyerek girdiğinde sanki arsa satın alacakmış gibi etrafı inceledi. En iyi yeri istiyordu. Herkes en iyi yeri ister, fakat mesire yerlerinde vaat edilmiş topraklar ancak içi çocuk dolu ticari araçlarıyla erken yola çıkanlarındır (doblolular). Büyük Şef, doğayla uzun uzun bakıştıktan sonra, tam istediği gibi olmasa da eliyle bir ağacın altını işaret ederek sordu: " Şura iyi mi?" Hayatın hiç bir alanında söz hakkı tanınmayan kadınlar bu soru karşısında onayladıklarını belli eden, ama kelimeyle benzemeyen bazı sesler (iy-iy-işte-iy-iy) çıkardılar. Aile işaret edilen bölgeye eşyalarını taşırken, Büyük Şef elleri arkasında yavaş yavaş yürümeye başladı. Arkadan bağlı ellerinden minik bir kuyruk gibi sarkam tesbihiyle adeta huysuzluk çekiyordu.
Küçük Şef, elinde maşayla kanatların başında tedirgin beklerken, Büyük Şef oturduğu yerden, " Çevir artık çevir!" diyor. Oğlunu maşa gibi kullanan bu aksi ihtiyarın hangi kanatları kastettiği belli değil. Zaten mesele tavuktan çok otorite. Çeviriyor Küçük Şef. " Onları değil, benden taraftakileri." diye uyarıyor Büyük Şef. Yanlış tavukları geri alarak babasından yana olanları çevirmeye başlıyor. Emir yerine getirilmesin rağmen, " Hay senin yapacağın işe..." diye bir ses duyuluyor.
Tavukları çevirirken bile stres yaşayan Küçük Şef, "Olmuş mu baba?" diye sorarken Büyük şef'in başında bekliyor. Cevap gelmiyor, demek ki olmuş. Büyük Şef, kendi kuşağındaki dişsizlere göre büyük bir ustalıkla kemiriyor kanatları. Protezlerini yaklaşık 20 yıl önce Ümraniye'de bir dişçi yapmıştı. Daha taktığı gün leblebi testinden tam not almıştı protezler. Cevizli sucuk bile yiyebildiği bu protezler dışında hayatında hiçbir şeyi övmedi Büyük Şef. İşte bugün tavuğu gönlünce dişleyebiliyor, herkesten fazla kanat götürüyorsa o dişçi sayesinde. Torunu daha bir tane bile yememişler sekizinci kanadı ısırır ısırmaz öfkeyle oğluna dönüp, "Pişmemiş al bunu" diye bağırıyor. "Nasıl pişmemiş baba?" diyerek Ümraniyeli dişçinin bile başa çıkamadığı kanadı eline aşan Küçük Şef, telaşından olacak sorunlu kanadı ağzına götürüyor. Sağlıklı dişleri kanadı kolayca koparmasına rağmen, sorun çıkmasın diye yıllar içinde geliştirdiği rol yeteneğiyle çiğnemekte zorlanıyormuş gibi yapıyor. Gelin elinde tavuk kanadıyla çocuğun peşinde. Amacı çocuğuna ulaşıp gıdayı ağzına sokmak (kuş tipi beslenme). Fakat Büyük Şef'in torunu çok hızlı. Tavuktan önce tokat yiyeceğini bildiğinden durmaya niyeti yok. Mangal başında pişmemiş tavuğu proteze uygun hale getirmeye çalışan babasının, "Dayağı yersin bak!" diye bağırmasıyla işler değişiyor; tokatın el değiştirerek kuvvetlenme ihtimaline karşı zınk diye duruyor çocuk. Gelin, tavuğu sanki döver gibi ağzına sokuyor.
Vurduğu top masadaki bardağı deviren çocuk annesi tarafından tokatlanıyor. Küçük Şef'ten yediği tokatların genç kuşağa devri bu. Zamanında kayınpederinden kocasına, kocasından kendisine, kendisinden çocuğuna kalan bir miras. Büyük Şef dinlenmede. Ağaç altında kendisi için hazırlanan mobil döşeğe uzanıyor. Oysa torun kafasına vuran bir Dede'nin yatacak yeri yoktur. Torununun ağlayarak koşusuna devam etmesi adeta hoşuna gidiyor. Kurduğu mikro-faşist krallığın tokat yemeyen tek bireyi olarak halinden memnun. Bunca kişinin bütün hayatının karar mekanizması onda son buluyor.
Sallanmak yetmiyor çocuğa. Ayağa kalkıp sallanıyor, o da yetmiyor. Salıncakta bile koşmak istiyor adeta. Onu, kafasını yere çarpmadan önce havada koşarken görenler var. Gelin, Küçük Şef ve Büyük Şefin karısı, salıncaklar bölge sine koşuyorlar. Kısa bir süre sonra, sanki suç işlemiş gibi Büyük Şef'in karşısına çıkarılması gerekiyormuş gibi. Çekiştirerek getiriyorlar çocuğu.
Cuma, Ağustos 01, 2014
Berbat bir aşk hikayesi: Bölüm 2
"Size iyilik yapan bir insana karşı hissedilmesi gereken en son duygu minnet duymaktır çünkü bu ona, size yaptığı iyiliğin üstüne bir de bunun keyfini çıkarma fırsatını verir. besleme küstahlığını göstermediğim hiçbir karga, gelip benim gözümü oyma zahmetinde bulunmadı."
Ancak Şeytanın fısıldadıkları şeyler olabilir diyebileceğiniz bu cümleler neyse ki tanrının kendi ruhundan üfleyerek can verdiği iddia edilen insan ırkından çıkmıştı.
Gece ilerledikçe kararan düşüncelerimi birkaç birayla aydınlatmak için, canımdan çok nefret ettiğim kardeşimi aramayı düşündüm.
Ne de olsa hala dışarıda, birkaç saat önce beni de çağırdığı, çayın üç lira ve güzel kız popülasyonunun çok yüksek irtifalarda seyrettiği bir cafedeydi.
Bu davete hiç düşünmeden hayır yanıtını verdim, zira, cafe'de çay içip, etraftaki güzel ve bakımlı bayanlardan birini etkileme planında doğru olmayan bir şeyler seziyordum.
Bana göre, bu kusursuz planın gerçekleşme ihtimali gördüğüm o kadınla birlikte sıfıra inmişti.
'' Gelirken bana 4 kırmızı getirsene.'' isteğinin '' Öeeğg nerden bulucam amuğagoyiim.'' cümlesiyle karşılık bulucağını bilmem canımı sıkmıştı ama sarhoş olduğumda gecenin 2'sinde
telefonu elime alıp o hatunu arama fırsatı çok da uzakta değildi. Bugüne kadar aradığım sayısız kadının beni terslediği ihtimali de hep aklımdaydı.
Satışı belirli bir saatten sonra yasaklanan alkole, ulaşabilme ihtimalim gitgide zayıflıyordu çünkü zaman sınırı geçmiş, düşünme ve empati kurmayı pek beceremeyen küçük sığır da eve
gelmişti. Bunlardan daha kötüsü, hiç kimseyi tanımadığım ve hiçbir yerini bilmediğim yeni bir muhitteydim. Buraya ne zaman gelmiştim ki? En son hatırladığım balkon bu değildi. Balkona çıktım
ve sokağa baktım, bu sokak benim sokağım değildi. Bu kardeş benim kardeşim değildi, ben kendi kardeşimden nefret etmezdim ki. Bu eşyalar benim zevkime göre değildi. Koşarak aynaya baktım ama
gördüğüm şey beni şaşırtmadı. O meymenetsiz suratım hala aynı şekilde sırıtıyordu.
Koşarak evden çıktım, bulduğum ilk mekana girdim. Saçma sapan bir müzik çalan, çoğu veledin uğrak mekanı bir bardaydım. Sanırım 3 bira içtim. Bir saat civarında oturdum. Kalkmak üzereyken mekana iki tane kızın girdiğini gördüm. Uzun boylusu garson çocukla muhabbete başladı. Daha önceden tanıştıkları belliydi. Ben de tanıyorum bu kızı diye düşündüm ya da sadece garsonu kıskanmıştım. Güzel kızdı. Yakındaki bi masaya oturdular. Kendi kendime kalkmak üzereyim, geç kaldınız. Acelem ve yetişecek bir yerim yok ama verilmiş bir kararım var. Kolay değil karar vermek, size yedirtmem kararımı dedim. Hesabımı ödedim ve kapıya doğru yöneldim. Ardımdan topuklu ayakkabı sesi geliyordu, umursamadım. Biri dur diyordu. Niye dur diyordu ki? Sanırım eksik hesap ödedim, diyip arkama döndüm...
Ancak Şeytanın fısıldadıkları şeyler olabilir diyebileceğiniz bu cümleler neyse ki tanrının kendi ruhundan üfleyerek can verdiği iddia edilen insan ırkından çıkmıştı.
Gece ilerledikçe kararan düşüncelerimi birkaç birayla aydınlatmak için, canımdan çok nefret ettiğim kardeşimi aramayı düşündüm.
Ne de olsa hala dışarıda, birkaç saat önce beni de çağırdığı, çayın üç lira ve güzel kız popülasyonunun çok yüksek irtifalarda seyrettiği bir cafedeydi.
Bu davete hiç düşünmeden hayır yanıtını verdim, zira, cafe'de çay içip, etraftaki güzel ve bakımlı bayanlardan birini etkileme planında doğru olmayan bir şeyler seziyordum.
Bana göre, bu kusursuz planın gerçekleşme ihtimali gördüğüm o kadınla birlikte sıfıra inmişti.
'' Gelirken bana 4 kırmızı getirsene.'' isteğinin '' Öeeğg nerden bulucam amuğagoyiim.'' cümlesiyle karşılık bulucağını bilmem canımı sıkmıştı ama sarhoş olduğumda gecenin 2'sinde
telefonu elime alıp o hatunu arama fırsatı çok da uzakta değildi. Bugüne kadar aradığım sayısız kadının beni terslediği ihtimali de hep aklımdaydı.
Satışı belirli bir saatten sonra yasaklanan alkole, ulaşabilme ihtimalim gitgide zayıflıyordu çünkü zaman sınırı geçmiş, düşünme ve empati kurmayı pek beceremeyen küçük sığır da eve
gelmişti. Bunlardan daha kötüsü, hiç kimseyi tanımadığım ve hiçbir yerini bilmediğim yeni bir muhitteydim. Buraya ne zaman gelmiştim ki? En son hatırladığım balkon bu değildi. Balkona çıktım
ve sokağa baktım, bu sokak benim sokağım değildi. Bu kardeş benim kardeşim değildi, ben kendi kardeşimden nefret etmezdim ki. Bu eşyalar benim zevkime göre değildi. Koşarak aynaya baktım ama
gördüğüm şey beni şaşırtmadı. O meymenetsiz suratım hala aynı şekilde sırıtıyordu.
Koşarak evden çıktım, bulduğum ilk mekana girdim. Saçma sapan bir müzik çalan, çoğu veledin uğrak mekanı bir bardaydım. Sanırım 3 bira içtim. Bir saat civarında oturdum. Kalkmak üzereyken mekana iki tane kızın girdiğini gördüm. Uzun boylusu garson çocukla muhabbete başladı. Daha önceden tanıştıkları belliydi. Ben de tanıyorum bu kızı diye düşündüm ya da sadece garsonu kıskanmıştım. Güzel kızdı. Yakındaki bi masaya oturdular. Kendi kendime kalkmak üzereyim, geç kaldınız. Acelem ve yetişecek bir yerim yok ama verilmiş bir kararım var. Kolay değil karar vermek, size yedirtmem kararımı dedim. Hesabımı ödedim ve kapıya doğru yöneldim. Ardımdan topuklu ayakkabı sesi geliyordu, umursamadım. Biri dur diyordu. Niye dur diyordu ki? Sanırım eksik hesap ödedim, diyip arkama döndüm...
Cumartesi, Temmuz 26, 2014
Berbat bir aşk hikayesi: Bölüm 1
Bir metafor yaratmaktı amacım. Demez olaydım! Elimle kapattım ağzımı. Metafor yaratmak mı benim gibi aciz bir insanın metafor ne bilmesi çok acayipti. Usulca zihnimden ayrıldım. Açtım bilgisayarı girdim Google'a, Google yine yapmıştı yapacağını... Neyse dedim, yattım uyudum. Gözümü kapadığım anda aklıma bir şey geldi. Ayağa kalktım, balkona doğru yürüdüm. Sabah 5 ya da 6. Uyudum mu uyumadım mı bilmiyorum, birden kalkmış ve sigaramı yakmış gibiydim. Nitekim de öyle olmuştu. Hastalık artık beni çok zorluyordu günlerdir uyumamış olabilirim, farkında değilim. Balkondan aşağı bakarken gördüm onu. Çok uzun zamandır görmek istediğim kadındı o. Yürüyüş yapıyordu ve ben onu izliyordum, onu izleyen tek erkek olmamın verdiği hazzı geçiştirmek istedim, belki de bu histen korktum...
Bu sabahı özel kılacak bir şey olacaktı. Bunu hissediyordum. İçimden bir his onu takip etmemi söyledi ama aynı his biraz sonra bu saatte ona karşı sapık gibi gözükmemelisin dedi. Düşünmeden hareket etmeye karar verdim. Yere attığım kıyafetlerden birini aldım, giydim. Hızlıca evden çıktım ve çıkar çıkmaz sokakta onu gördüm. Tek başına, bir heykel gibi ihtişamlı, yürüyordu. Nefes nefese kalmışken, yakınına kadar gelmiştim. Bir dakika, dedim. Dönüp, bana baktı. Yüzümde buruk bir gülümseme ve ağzımda gevelenen kelimeler ile rezil olmuştum. Sadece anlamsız bir bakış atıp yürümeye devam etti. O an kendimi çok kötü hissetmiştim. Beynimin konuşmak için bu kadar yetersiz kalacağı bir anı hiç tahmin etmemiştim. Hala peşinden gidiyordum ama aynı zamanda zihnimden geçen cümleler, kelimeler, beynim hiç bu kadar zorlanmamıştı. Birden bana döndü ve yeterince popoma baktın bence dedi ve gülümsedi.
Yaptığı espriye zoraki bir şekilde güldüm. Aslında utanmıştım amacım bu değildi ve onun beni böyle tanımasını istemezdim. Güneş ona yansıyordu, doğanın bütün güzelliklerini gözlerinde görmek paha biçilemezdi. Konuşmak sadece bu anın ihtişamını bozacaktı. Konuşmak için tek fırsatını böyle bakarak harcama, dedi. Haklıydı, bir şeyler demeliydim. Siz dün sabahta burdaydınız, diyebildim. Sanırım siz de sapık oluyorsunuz, dedi. Bana böyle iğneleyici konuşması nedense hoşuma gitmişti. Normalde böyle duruma düşmemeye çalışırdım, sürekli birileriyle alay eder, laf sokardım ama bugün farklıydı. Sanırım özel olan şey de buydu. Hayır, dedim gülerek. Ben sadece hayatıma renk katacak bir şeyler olsun diye çıkmıştım, dedim. Bunu derken gözlerim mor kıyafetindeydi, üstünde beyaz noktalar, ilk defa bi kıyafet bu kadar güzel gelmişti gözüme. Normal insanlar hayatına nasıl renk katar, dedi. Ben normal bir insan değilim, dedim. Biliyorum, sen bir sapıksın, dedi kahkahalar atarak. Ciddi miydi yoksa sadece böyle mi anlaşıyordu insanlarla kestiremedim. Sadece bu saatte yürüyüş yapan bir kadını yalnız bırakmayacak kadar çılgın bir romantiğim, dedim. Gülümseyerek, benim gibi bir kadına romantizm yakışmaz, dedi. Beni terslemek ve hevesimi kırmak için demişti bunu, biliyordum. Onun oyununa gelmeyecektim. Her kadın mum ışığında yemek yemeyi hayal eder ama senin daha iyisini istediğini biliyorum, dedim. Ne istiyorum ki ben, dedi sakince. Klişe olmayacak bir romantizm istiyorsun, dedim kendimden emin bir şekilde. Ansızın cebimden telefonumu aldı, telefon numarası yazdı. Aklına orijinal bir fikir gelirse ara beni, dedi ve telefonu uzattı. Telefonu aldım, numaraya bakarken o çoktan gitmişti.
Ardından bir kaç dakika bakakaldım. Böyle şeylerin hep berbat bir aşk hikayesi olduğunu düşünürdüm. Aslında eleştirdiğim onca şeyin bir anda esiri olmuştum. O kadının esiri olmuştum. Tesadüflerin esiri, romantizm esiri, her sabah aynı saatte orada yürümesinin esiri olmuştum. Yaşamadığım klişe aslında klişe değilmiş, dedim içimden.
Bu sabahı özel kılacak bir şey olacaktı. Bunu hissediyordum. İçimden bir his onu takip etmemi söyledi ama aynı his biraz sonra bu saatte ona karşı sapık gibi gözükmemelisin dedi. Düşünmeden hareket etmeye karar verdim. Yere attığım kıyafetlerden birini aldım, giydim. Hızlıca evden çıktım ve çıkar çıkmaz sokakta onu gördüm. Tek başına, bir heykel gibi ihtişamlı, yürüyordu. Nefes nefese kalmışken, yakınına kadar gelmiştim. Bir dakika, dedim. Dönüp, bana baktı. Yüzümde buruk bir gülümseme ve ağzımda gevelenen kelimeler ile rezil olmuştum. Sadece anlamsız bir bakış atıp yürümeye devam etti. O an kendimi çok kötü hissetmiştim. Beynimin konuşmak için bu kadar yetersiz kalacağı bir anı hiç tahmin etmemiştim. Hala peşinden gidiyordum ama aynı zamanda zihnimden geçen cümleler, kelimeler, beynim hiç bu kadar zorlanmamıştı. Birden bana döndü ve yeterince popoma baktın bence dedi ve gülümsedi.
Yaptığı espriye zoraki bir şekilde güldüm. Aslında utanmıştım amacım bu değildi ve onun beni böyle tanımasını istemezdim. Güneş ona yansıyordu, doğanın bütün güzelliklerini gözlerinde görmek paha biçilemezdi. Konuşmak sadece bu anın ihtişamını bozacaktı. Konuşmak için tek fırsatını böyle bakarak harcama, dedi. Haklıydı, bir şeyler demeliydim. Siz dün sabahta burdaydınız, diyebildim. Sanırım siz de sapık oluyorsunuz, dedi. Bana böyle iğneleyici konuşması nedense hoşuma gitmişti. Normalde böyle duruma düşmemeye çalışırdım, sürekli birileriyle alay eder, laf sokardım ama bugün farklıydı. Sanırım özel olan şey de buydu. Hayır, dedim gülerek. Ben sadece hayatıma renk katacak bir şeyler olsun diye çıkmıştım, dedim. Bunu derken gözlerim mor kıyafetindeydi, üstünde beyaz noktalar, ilk defa bi kıyafet bu kadar güzel gelmişti gözüme. Normal insanlar hayatına nasıl renk katar, dedi. Ben normal bir insan değilim, dedim. Biliyorum, sen bir sapıksın, dedi kahkahalar atarak. Ciddi miydi yoksa sadece böyle mi anlaşıyordu insanlarla kestiremedim. Sadece bu saatte yürüyüş yapan bir kadını yalnız bırakmayacak kadar çılgın bir romantiğim, dedim. Gülümseyerek, benim gibi bir kadına romantizm yakışmaz, dedi. Beni terslemek ve hevesimi kırmak için demişti bunu, biliyordum. Onun oyununa gelmeyecektim. Her kadın mum ışığında yemek yemeyi hayal eder ama senin daha iyisini istediğini biliyorum, dedim. Ne istiyorum ki ben, dedi sakince. Klişe olmayacak bir romantizm istiyorsun, dedim kendimden emin bir şekilde. Ansızın cebimden telefonumu aldı, telefon numarası yazdı. Aklına orijinal bir fikir gelirse ara beni, dedi ve telefonu uzattı. Telefonu aldım, numaraya bakarken o çoktan gitmişti.
Ardından bir kaç dakika bakakaldım. Böyle şeylerin hep berbat bir aşk hikayesi olduğunu düşünürdüm. Aslında eleştirdiğim onca şeyin bir anda esiri olmuştum. O kadının esiri olmuştum. Tesadüflerin esiri, romantizm esiri, her sabah aynı saatte orada yürümesinin esiri olmuştum. Yaşamadığım klişe aslında klişe değilmiş, dedim içimden.
Çarşamba, Temmuz 09, 2014
Hiçbir şey konuşmayan ben
Geçen sene sıcak bir Temmuz günü bir işimi halletmek üzere çarşıya gitmem icap etti (hangi işi halledeceğimi hatırlamıyorum)… Aslında gitmeyebilirdim 1-2 gün sonra halletsem de olurdu ama günlerden Pazar olması sebebiyle “Gideyim de halledeyim bari.. Hem evde boş boş oturmaktan canım sıkıldı.. Pazar günü iyi olur... Biraz dolaşmış olurum hem” diyerekten gitme kararı aldım.
Otobüs beklemek için durağa gittim.. Pazar günü dışarı çıkıp gezmek için bir ton insan durakta otobüs bekliyordu.. Bu durum otobüsün tıka basa dolu olacağı anlamına geliyordu. Zaten bunaltıcı sıcak bir hava varken, otobüste de sıkış pıkış ayakta yolculuk edecek olmak bayağı rahatsızlık verecekti.. Bulunduğumuz muhit nedeniyle bizim oradan çarşıya gitmek takriben 1 saat sürdüğü için bu rahatsızlık Avogadro Sayısı mertebesine ulaşacaktı (bkz: 6,02x10^23).... “Hay mnskym keşke çıkmasaydım.. Neyse artık katlanacaz” diye düşünmekten başka bir şey yapamadım.
Ben bunları düşünürken o kadar insan yetmiyormuş gibi durağa bir kişi daha geldi. Gelen kişi gayet süslü püslü, hayvani derecede büyük bir güneş gözlüğü giymiş (çerçevelerin yarıçapı r=15 cm) , saçlara fön çekip kabartılmış (hacim= 26 m3), renkli, cicili bicili kıyafeti olan bir hanım kızımızdı. Cep telefonunu ise kulağına dayamış sevgilisi olduğunu tahmin ettiğim kişiyle konuşuyordu.. Zira bu tahminimde yanılmamışım çünkü gelir gelmez “Yok aşkııoom durağa şimdi geldim. Otobüs bekliyorum işte şimdiiee” diye konuştuğu için ben dahil duraktaki herkesin antipatisini kazanmıştı. Gerçi ben ilk gördüğüm andan sinir olmuştum kıza. Güzel bir şey de değildi zaten… (bkz: kedi-ciğer ilişkisi)
Neyse 10-15 dakikalık bir bekleme sürecinden sonra otobüs geldi. Tahmin ettiğim gibi otobüsün içinden insanlar fışkırıyordu! Otobüs şoförünün “Sağlı sollu arkalara doğru ilerleyim.. Bi zahmet” nidaları eşliğinde orta kısma kadar geldim ve pencere kenarındaki demirlere tutundum. O hanım kızımız ise (artık kendisinden `Selinsu´ diye bahsedeceğim) bir-iki kişi sağ tarafımda idi ve hala bağıra bağıra telefonuyla konuşuyordu. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra ayakta gitmenin, sıcağın, kalabalığın etkisiyle iyice bunalmıştım. Üstelik Selinsu hala telefonla bağıra bağıra konuşarak bunaltı derecemi yine Avogadro Sayısı mertebesine yükseltmişti.. Daral gelmişti artık. Zaten demirlere tutuna tutuna kendimi striptizci gibi hissetmiştim. Arkamdaki bıyıklı amca da benim böyle hissettiğimi anlamış olacak ki bana ford’lamaya başlamıştı galiba.. Orasını tam hatırlamıyorum.. (ya da hatırlamak istemiyorum her neyse)
O sırada kendi kendime “Ulan ne konuşuyo bu kız 45 dakikadır acaba? Bu kadar uzun konuştuğu konu ne acep?” diye düşünüp kendisini dinlemeye koyuldum. Şöyle bir şeyler geveledi:
+ Ya Berkecan’ın durumuna ben de chok üzülüyorum tabi ki dee (bkz: Tiki kız konuşması)
-…. ….. … (sevgilisi konuşuyor burada)
+ Zaten Pelin’den ayrıldıktan sonra böyle oldu o ben biliyoruaamé!
-…. … ….. ..
+ Ay aslında bunun eski çıktığı var ya Damla onu ayarlasak buna şey olmaz mı kiiee? Çok ciks olur yaniee! Hem Damla hala hoşlanıyomuş Berkecan’dan! Yapalım mı bunların arasını noolluurr?
-…. …… ….
+Yaaa niye yaaaaa =(
Bu kısımdan sonrasını hayatımın bir yarım saatinin daha boşa gitmemesi adına dinlemedim. Zaten dinlenecek bir şeyi yoktu.. 45 dakikadır mal mal şeyler konuşuyordu telefonda.. Yolculuğun sonuna doğru yine bağıra bağıra “aşkım kapatıyorum gelmek üzereyim.. (telefonuna bakarak) zaten 2 saat 48 dakika olmuş ihihihi =) “ şeklinde bir söylemde bulundu..
“Oha” dedim kendi kendime.. “2 saat 48 dakika! Yuh!” Neredeyse 3 saat! Demek ki bu Selinsu denen kız durağa gelmeden yaklaşık 1.5 saat önce telefonla konuşmaya başlamıştı. Ve 3 saattir adam akıllı hiçbir bok hakkında konuşmuyorlardı. Yok Berkecan'ın sevgilisiydi, yok geçen geceki gittikleri mekan ne güzeldi, yok bilmem neredeki mağazada gördüğü o sarı pantolon çok güzelmişti de bla bla bla…! 3 saati bununla harcamıştı..
Ulan 3 saat lan! Sanki bana Anayasa taslağı hazırlıyorsun? Büyük Hadron Çarpıştırıcısında protonların çarpışmasını tartışıyorsun sanki? Ülkenin siyasal ve ekonomiksel durumunu mu inceliyosun lan napıyosun 3 saattir? Ulan ben biriyle oturup 3 saat konuşsam hayatın anlamını çözerim lan.. Üstüne de 10 dakikam kalır, gider bi çay içerim… İki futbol maçı oynanır lan 3 saatte! Sen napıyorsun da 3 saat hiçbirşey hakkında konuşuyorsun anlamadım! Senin gibiler yüzünden cep telefonu operatörleri her ay “Olm insanlar konuşmadan edemiyor.. Paso konuşuyor.. Şu fiyatlara iyi bi zam geçirelim de girsin şunların bir taraflarına ehehe” deyip zam yapıyorlar.. Olan biz konuşmayanlara oluyor lan amk kezosu
Ben hayatımda 3 saat konuşamadım telefonda hiç.. Rekorum 56 dakikadır! Onda da toplasan ben 15 dakika konuşmuşumdur.. Geri kalanını karşıdaki kişi konuşmuştu..
Konuşamıyordum ben.. Konuşacak bir şey bulamıyordum. Bende de böyle bir sorun vardı işte. “Merhaba, nasılsın, iyi misin? Günün nasıl geçti?” faslından sonra bir bok gelmiyordu aklıma! Tıkanıp kalıyordum. Ne konuşcan ki başka? Hani uzunca bir süre görüşmesen filan konuşacak konun olur.. Bir sürü şeyler olmuştur konuşursun.. Ama her gün konuştuğun birisiyle artık konuşacak bir şey bulamıyorsun. Gerçi bu bir tek bende böyle sanırım. Demek ki işin püf noktası salak salak şeyler konuşmaktaymış..
Oysa ben boş şeylerden konuşmayı sevmiyordum. Bu yüzden bir süre sonra artık ‘konuşacak bir konu bulamama’ hastalığına yakalanmıştım. Kim olursa olsun telefonda konuşup “eheh nasılsın iyi misin?” faslından sonra öylece tıkanıp kalıyordum. Gelmiyor lan aklıma bir şey! Napayım yani? Demek ki zamanında boş konuşmama olayına bu kadar takmasaymışım, şimdi herkes gibi 3-5 saat konuşup, geveze bir adam olup, ortamlara akıp, o kız senin bu kız benim şeklinde (hee tabi tabi) kral gibi yaşayacakmışım. Çünkü gördüğüm kadarıyla hep geveze adamlar götürüyor kızları. Adamda tip yok bişey yok, ama yanında daş gibi iki hatun! Biz de mal gibi bakıp “Abi bu herifte tip yok bişey yok nasıl bu kızlarla takılıyor yeaa!” diye salak salak kendimize soruyoruz.. (her erkek hayatında en az bir kere demiştir bu lafı)…
İşte bu düşünceler eşliğinde dolandım, işimi bitirdim, gezdim öylece sap gibi tek başıma.. Sıkıldım ve eve dönmek üzere otobüs durağıma yöneldim.. O sırada yanımdan telefonla konuşan bir kız daha “Aaa ama Demet Akalın’ın son albümü çok güzel benceee” diyerek geçti.. Bunun da sevgilisiyle konuştuğunu oracıkta anladım. Çünkü salak bişeyler konuşuyorlardı. Yoksa kim gidip de Demet Akalın’ın son albümünden bahseder ki? Demet Akalın lan! “Bebekte 3-5 tur atarım” diyen kadın!! Hemen orada bir teori yaptım ve ‘Telefonda sevgilisiyle konuşan insanların %73’ü salakça şeylerden bahseder ve o ilişki boktan bir ilişkidir!” sonucunu çıkardım. Bunu istatistik listemin bir kenarına yazdım..
Eve dönmek üzere otobüse bindim.. Bu sefer çarşıdan eve gittiğim için otobüs fazla kalabalık değildi. Bir yer bulup oturdum.. Biraz sonra annem aradı ve nerede olduğumu sordu. “Otobüse bindim anne. Gelirim birazdan.. “ dedim. Annem de “Tamam o zaman.. Çabuk gel bak yemek yaptım soğumadan gel!” dedi. Ben ise “Anne otobüsü ben mi sürüyorum? Nasıl çabuk geleyim? Otobüs ne zaman varırsa gelirim işte” dedim.. “Tamam.. Hadi çabuk ol bekliyoruz” dedi. “Tamam anne tamam.. Çabuk gelirim ben. Hadi görüşürüz” dedim ve kapattım. Telefonun ekranında ‘ Görüşme süresi 23 saniye” yazıyordu.. Ve ben o yazıyı okurken yüzümde buruk bir gülümseme vardı..
Otobüs beklemek için durağa gittim.. Pazar günü dışarı çıkıp gezmek için bir ton insan durakta otobüs bekliyordu.. Bu durum otobüsün tıka basa dolu olacağı anlamına geliyordu. Zaten bunaltıcı sıcak bir hava varken, otobüste de sıkış pıkış ayakta yolculuk edecek olmak bayağı rahatsızlık verecekti.. Bulunduğumuz muhit nedeniyle bizim oradan çarşıya gitmek takriben 1 saat sürdüğü için bu rahatsızlık Avogadro Sayısı mertebesine ulaşacaktı (bkz: 6,02x10^23).... “Hay mnskym keşke çıkmasaydım.. Neyse artık katlanacaz” diye düşünmekten başka bir şey yapamadım.
Ben bunları düşünürken o kadar insan yetmiyormuş gibi durağa bir kişi daha geldi. Gelen kişi gayet süslü püslü, hayvani derecede büyük bir güneş gözlüğü giymiş (çerçevelerin yarıçapı r=15 cm) , saçlara fön çekip kabartılmış (hacim= 26 m3), renkli, cicili bicili kıyafeti olan bir hanım kızımızdı. Cep telefonunu ise kulağına dayamış sevgilisi olduğunu tahmin ettiğim kişiyle konuşuyordu.. Zira bu tahminimde yanılmamışım çünkü gelir gelmez “Yok aşkııoom durağa şimdi geldim. Otobüs bekliyorum işte şimdiiee” diye konuştuğu için ben dahil duraktaki herkesin antipatisini kazanmıştı. Gerçi ben ilk gördüğüm andan sinir olmuştum kıza. Güzel bir şey de değildi zaten… (bkz: kedi-ciğer ilişkisi)
Neyse 10-15 dakikalık bir bekleme sürecinden sonra otobüs geldi. Tahmin ettiğim gibi otobüsün içinden insanlar fışkırıyordu! Otobüs şoförünün “Sağlı sollu arkalara doğru ilerleyim.. Bi zahmet” nidaları eşliğinde orta kısma kadar geldim ve pencere kenarındaki demirlere tutundum. O hanım kızımız ise (artık kendisinden `Selinsu´ diye bahsedeceğim) bir-iki kişi sağ tarafımda idi ve hala bağıra bağıra telefonuyla konuşuyordu. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra ayakta gitmenin, sıcağın, kalabalığın etkisiyle iyice bunalmıştım. Üstelik Selinsu hala telefonla bağıra bağıra konuşarak bunaltı derecemi yine Avogadro Sayısı mertebesine yükseltmişti.. Daral gelmişti artık. Zaten demirlere tutuna tutuna kendimi striptizci gibi hissetmiştim. Arkamdaki bıyıklı amca da benim böyle hissettiğimi anlamış olacak ki bana ford’lamaya başlamıştı galiba.. Orasını tam hatırlamıyorum.. (ya da hatırlamak istemiyorum her neyse)
O sırada kendi kendime “Ulan ne konuşuyo bu kız 45 dakikadır acaba? Bu kadar uzun konuştuğu konu ne acep?” diye düşünüp kendisini dinlemeye koyuldum. Şöyle bir şeyler geveledi:
+ Ya Berkecan’ın durumuna ben de chok üzülüyorum tabi ki dee (bkz: Tiki kız konuşması)
-…. ….. … (sevgilisi konuşuyor burada)
+ Zaten Pelin’den ayrıldıktan sonra böyle oldu o ben biliyoruaamé!
-…. … ….. ..
+ Ay aslında bunun eski çıktığı var ya Damla onu ayarlasak buna şey olmaz mı kiiee? Çok ciks olur yaniee! Hem Damla hala hoşlanıyomuş Berkecan’dan! Yapalım mı bunların arasını noolluurr?
-…. …… ….
+Yaaa niye yaaaaa =(
Bu kısımdan sonrasını hayatımın bir yarım saatinin daha boşa gitmemesi adına dinlemedim. Zaten dinlenecek bir şeyi yoktu.. 45 dakikadır mal mal şeyler konuşuyordu telefonda.. Yolculuğun sonuna doğru yine bağıra bağıra “aşkım kapatıyorum gelmek üzereyim.. (telefonuna bakarak) zaten 2 saat 48 dakika olmuş ihihihi =) “ şeklinde bir söylemde bulundu..
“Oha” dedim kendi kendime.. “2 saat 48 dakika! Yuh!” Neredeyse 3 saat! Demek ki bu Selinsu denen kız durağa gelmeden yaklaşık 1.5 saat önce telefonla konuşmaya başlamıştı. Ve 3 saattir adam akıllı hiçbir bok hakkında konuşmuyorlardı. Yok Berkecan'ın sevgilisiydi, yok geçen geceki gittikleri mekan ne güzeldi, yok bilmem neredeki mağazada gördüğü o sarı pantolon çok güzelmişti de bla bla bla…! 3 saati bununla harcamıştı..
Ulan 3 saat lan! Sanki bana Anayasa taslağı hazırlıyorsun? Büyük Hadron Çarpıştırıcısında protonların çarpışmasını tartışıyorsun sanki? Ülkenin siyasal ve ekonomiksel durumunu mu inceliyosun lan napıyosun 3 saattir? Ulan ben biriyle oturup 3 saat konuşsam hayatın anlamını çözerim lan.. Üstüne de 10 dakikam kalır, gider bi çay içerim… İki futbol maçı oynanır lan 3 saatte! Sen napıyorsun da 3 saat hiçbirşey hakkında konuşuyorsun anlamadım! Senin gibiler yüzünden cep telefonu operatörleri her ay “Olm insanlar konuşmadan edemiyor.. Paso konuşuyor.. Şu fiyatlara iyi bi zam geçirelim de girsin şunların bir taraflarına ehehe” deyip zam yapıyorlar.. Olan biz konuşmayanlara oluyor lan amk kezosu
Ben hayatımda 3 saat konuşamadım telefonda hiç.. Rekorum 56 dakikadır! Onda da toplasan ben 15 dakika konuşmuşumdur.. Geri kalanını karşıdaki kişi konuşmuştu..
Konuşamıyordum ben.. Konuşacak bir şey bulamıyordum. Bende de böyle bir sorun vardı işte. “Merhaba, nasılsın, iyi misin? Günün nasıl geçti?” faslından sonra bir bok gelmiyordu aklıma! Tıkanıp kalıyordum. Ne konuşcan ki başka? Hani uzunca bir süre görüşmesen filan konuşacak konun olur.. Bir sürü şeyler olmuştur konuşursun.. Ama her gün konuştuğun birisiyle artık konuşacak bir şey bulamıyorsun. Gerçi bu bir tek bende böyle sanırım. Demek ki işin püf noktası salak salak şeyler konuşmaktaymış..
Oysa ben boş şeylerden konuşmayı sevmiyordum. Bu yüzden bir süre sonra artık ‘konuşacak bir konu bulamama’ hastalığına yakalanmıştım. Kim olursa olsun telefonda konuşup “eheh nasılsın iyi misin?” faslından sonra öylece tıkanıp kalıyordum. Gelmiyor lan aklıma bir şey! Napayım yani? Demek ki zamanında boş konuşmama olayına bu kadar takmasaymışım, şimdi herkes gibi 3-5 saat konuşup, geveze bir adam olup, ortamlara akıp, o kız senin bu kız benim şeklinde (hee tabi tabi) kral gibi yaşayacakmışım. Çünkü gördüğüm kadarıyla hep geveze adamlar götürüyor kızları. Adamda tip yok bişey yok, ama yanında daş gibi iki hatun! Biz de mal gibi bakıp “Abi bu herifte tip yok bişey yok nasıl bu kızlarla takılıyor yeaa!” diye salak salak kendimize soruyoruz.. (her erkek hayatında en az bir kere demiştir bu lafı)…
İşte bu düşünceler eşliğinde dolandım, işimi bitirdim, gezdim öylece sap gibi tek başıma.. Sıkıldım ve eve dönmek üzere otobüs durağıma yöneldim.. O sırada yanımdan telefonla konuşan bir kız daha “Aaa ama Demet Akalın’ın son albümü çok güzel benceee” diyerek geçti.. Bunun da sevgilisiyle konuştuğunu oracıkta anladım. Çünkü salak bişeyler konuşuyorlardı. Yoksa kim gidip de Demet Akalın’ın son albümünden bahseder ki? Demet Akalın lan! “Bebekte 3-5 tur atarım” diyen kadın!! Hemen orada bir teori yaptım ve ‘Telefonda sevgilisiyle konuşan insanların %73’ü salakça şeylerden bahseder ve o ilişki boktan bir ilişkidir!” sonucunu çıkardım. Bunu istatistik listemin bir kenarına yazdım..
Eve dönmek üzere otobüse bindim.. Bu sefer çarşıdan eve gittiğim için otobüs fazla kalabalık değildi. Bir yer bulup oturdum.. Biraz sonra annem aradı ve nerede olduğumu sordu. “Otobüse bindim anne. Gelirim birazdan.. “ dedim. Annem de “Tamam o zaman.. Çabuk gel bak yemek yaptım soğumadan gel!” dedi. Ben ise “Anne otobüsü ben mi sürüyorum? Nasıl çabuk geleyim? Otobüs ne zaman varırsa gelirim işte” dedim.. “Tamam.. Hadi çabuk ol bekliyoruz” dedi. “Tamam anne tamam.. Çabuk gelirim ben. Hadi görüşürüz” dedim ve kapattım. Telefonun ekranında ‘ Görüşme süresi 23 saniye” yazıyordu.. Ve ben o yazıyı okurken yüzümde buruk bir gülümseme vardı..
Çarşamba, Haziran 25, 2014
Bildiğin Orospu
"Ben bildiğin orospuyum" dedi. Yamru yumru ağzından duyduğum ilk cümlesi bu oldu.
....
O hep buralardaydı. Buralardan onun gibi onlarcası, hatta belki de yüzlercesi geçip gittiği halde o hep buralardaydı. Hangi meslek kolunda çalıştığını bütün esnaf bilirdi. Işıklar'ın orta yerinde yaşamanın verdiği alışkanlıkla ona da alışmışlardı elbette sokağın esnaf milleti. Ama asla bıyık burmayı ihmal etmez, dükkandan çıkarken sağa sola kıvırttığı kalçalarına bakmaktan alıkoyamazlardı kendilerini. Bense yıllarca hep dışarıdan baktım olan bitene. Çaycı Mehmet abinin kapısının önüne oturmuştum, sağdan soldan gelen "Mehmet abiii bilmem kaç çaaayy" nidalarını dinledim saatlerce. Mehmet abinin oturakları rahatsız, çayı karbonat katkılı, kendisi asabi, ben ondan asabi... Çalışmıyordum ya o gün, oturdum ha oturdum..
O geldi yine. Oturdu, kimseyle konuşmadan dört bardak çay içti, evet saydım, sonra kalçalarını sağa sola kıvırta kıvırta gitti.
Evet kalçalarını sağa sola.. Bunu herkes söylediyse ben de söylerim, öyle çünkü. Gitti ve dedikodu başladı elbette.. Mehmet abi mekan sahibi olarak girişti ilk iş;
- Bu var ya bütün sokağa verdi.
Mehmet abinin ayağı topal bi çırağı var, hep çarpar o bacağı sağa sola, hışımla atladı ustasının kızacağını bile bile;
- Usta bana vermedi ehe ehe..
Adını hiç öğrenemedim o veledin, suratı oracıkta donuverdi ustasıyla göz göze gelince. Suat abi atladı hemen;
- Bırak len çocuğu, kamışından su gelir herhal...
Öyle çok güldüler ki bu lafa kendimi kötü hissettim. Ama diyemedim..
Gülmeleri çok sürdü. Öksürüklere boğuldular sonlara doğru. Suat abi, terzi, kendisi alkoliktir sabahları çay içer öğlene kadar, öğlenden akşama kadar da şarap, çırakları çalışır kendisi keyfine bakar, gülüyor muydu tıksırıyor muydu anlayamadım -ki zaten gülüşüyle tıksırığını ayırt edemezsiniz-. Son sözü söyleyenin sakinleşmesini beklemek ve lafa devam etmesini istemek vardır ya, öyle oldu, Suat abi aksırıklarının üzerine şunu dedi;
- Amauğa goyum ya!
Yine çok güldüler.. Ben yine diyemedim..
- Mehmet abi kaç çay etti benim?
....
Oysa ben biliyordum. Diyememiştim ama biliyordum.
O gün orada otururken, Mehmet abinin orası burası eğrilmiş taburelerinde otururken gelmişti işte. Bana bakmıştı, beni görmüştü, gözlerini kaçırmıştı. Karşı komşumdu. Her akşam benimle konuşan, dertleşen insan yine gözlerini kaçırmıştı benden.
Halbuki daha kaç gece önce konuşmuştuk ki.. Bir mi iki mi..
- "Ben bildiğin orospuyum" demişti...
Kibarlık etmeye kalkışmıştım;
- Yok canım.
- Lan orospuyum işte.
....
Her gece gelirdi bana. Anlatırdı. Ama illa ki "orospuyum" derdi lafın bir yerinde. Ben hep kibarlık etmeye çalışsam da beceremezdim lafı toparlayıp da onu kendine getirmeyi. Ağlaya ağlaya başlar; ilk kocasını anlatırdı, adı lazım değil bir ilçede yaşadıklarını, on altı yaşında evlendiğini, kocasının ilk gecenin ertesinde kendisini sattığını ama o ilk gece hamile kaldığını, sonrasında kızının olduğunu, tek derdinin o kızın bekareti olduğunu falan falan.. Ben bunları her gece dinlerdim. Her gecenin sonunda "ister misin?" diye sorardı. Ben her gecenin sonunda "hayır" derdim.
Bana bir önceki gece hep aynı hikayeyi anlatan insan giderken illa ki onunla yatmak isteyip istemediğimi sorar, hayır cevabını alıp gider, ertesi gece yine aynı şeyleri anlatır aynı şeyleri sorardı usanmadan.
....
Sebebini gayet iyi biliyordum her şeyin. Kırk küsur yaşında ağzı yüzü yamulmuş bir hayat kadınıydı işte. Bir kızı vardı, kızı onu tanımıyordu, ama onun aklı fikri kızındaydı, bütün parasını bir şekilde ona gönderiyordu. Onu tanıyan herkesin aynı organı tepki veriyordu ben hariç. Bana ibne demesine o kadar alışmıştım ki.. Onun gözünde artık her şey "et" vasıtasıyla ödeşilebilir hale gelmişti.
Ama gün ağardığında beni tanımamalıydı. Sabah olduğunda o artık kızının bekaretini dert eden bir anne değil, kalçalarını kıvırta kıvırta gezen -kendi tabiriyle- bildiğin orospu olmalıydı..
....
Onu hep gördüm. Hiç bakmadı yüzüme. Geceleri makyajsız, suratsız, çirkin haliyle bildiğim o kadın gider, yüzünü gözünü alabildiğine boyamış, altındaki eşofmanı çıkarıp minicik eteğini giymiş sağa sola gülücükler atan biri gelirdi.
Sabaha karşı yatan komşuma hiç "günaydın" diyememiş bir adamım ben..
Sabaha kadar konuştuğum kadına gündüzleri merhaba diyememiş bir adamım ben.
....
O hep buralardaydı. Buralardan onun gibi onlarcası, hatta belki de yüzlercesi geçip gittiği halde o hep buralardaydı. Hangi meslek kolunda çalıştığını bütün esnaf bilirdi. Işıklar'ın orta yerinde yaşamanın verdiği alışkanlıkla ona da alışmışlardı elbette sokağın esnaf milleti. Ama asla bıyık burmayı ihmal etmez, dükkandan çıkarken sağa sola kıvırttığı kalçalarına bakmaktan alıkoyamazlardı kendilerini. Bense yıllarca hep dışarıdan baktım olan bitene. Çaycı Mehmet abinin kapısının önüne oturmuştum, sağdan soldan gelen "Mehmet abiii bilmem kaç çaaayy" nidalarını dinledim saatlerce. Mehmet abinin oturakları rahatsız, çayı karbonat katkılı, kendisi asabi, ben ondan asabi... Çalışmıyordum ya o gün, oturdum ha oturdum..
O geldi yine. Oturdu, kimseyle konuşmadan dört bardak çay içti, evet saydım, sonra kalçalarını sağa sola kıvırta kıvırta gitti.
Evet kalçalarını sağa sola.. Bunu herkes söylediyse ben de söylerim, öyle çünkü. Gitti ve dedikodu başladı elbette.. Mehmet abi mekan sahibi olarak girişti ilk iş;
- Bu var ya bütün sokağa verdi.
Mehmet abinin ayağı topal bi çırağı var, hep çarpar o bacağı sağa sola, hışımla atladı ustasının kızacağını bile bile;
- Usta bana vermedi ehe ehe..
Adını hiç öğrenemedim o veledin, suratı oracıkta donuverdi ustasıyla göz göze gelince. Suat abi atladı hemen;
- Bırak len çocuğu, kamışından su gelir herhal...
Öyle çok güldüler ki bu lafa kendimi kötü hissettim. Ama diyemedim..
Gülmeleri çok sürdü. Öksürüklere boğuldular sonlara doğru. Suat abi, terzi, kendisi alkoliktir sabahları çay içer öğlene kadar, öğlenden akşama kadar da şarap, çırakları çalışır kendisi keyfine bakar, gülüyor muydu tıksırıyor muydu anlayamadım -ki zaten gülüşüyle tıksırığını ayırt edemezsiniz-. Son sözü söyleyenin sakinleşmesini beklemek ve lafa devam etmesini istemek vardır ya, öyle oldu, Suat abi aksırıklarının üzerine şunu dedi;
- Amauğa goyum ya!
Yine çok güldüler.. Ben yine diyemedim..
- Mehmet abi kaç çay etti benim?
....
Oysa ben biliyordum. Diyememiştim ama biliyordum.
O gün orada otururken, Mehmet abinin orası burası eğrilmiş taburelerinde otururken gelmişti işte. Bana bakmıştı, beni görmüştü, gözlerini kaçırmıştı. Karşı komşumdu. Her akşam benimle konuşan, dertleşen insan yine gözlerini kaçırmıştı benden.
Halbuki daha kaç gece önce konuşmuştuk ki.. Bir mi iki mi..
- "Ben bildiğin orospuyum" demişti...
Kibarlık etmeye kalkışmıştım;
- Yok canım.
- Lan orospuyum işte.
....
Her gece gelirdi bana. Anlatırdı. Ama illa ki "orospuyum" derdi lafın bir yerinde. Ben hep kibarlık etmeye çalışsam da beceremezdim lafı toparlayıp da onu kendine getirmeyi. Ağlaya ağlaya başlar; ilk kocasını anlatırdı, adı lazım değil bir ilçede yaşadıklarını, on altı yaşında evlendiğini, kocasının ilk gecenin ertesinde kendisini sattığını ama o ilk gece hamile kaldığını, sonrasında kızının olduğunu, tek derdinin o kızın bekareti olduğunu falan falan.. Ben bunları her gece dinlerdim. Her gecenin sonunda "ister misin?" diye sorardı. Ben her gecenin sonunda "hayır" derdim.
Bana bir önceki gece hep aynı hikayeyi anlatan insan giderken illa ki onunla yatmak isteyip istemediğimi sorar, hayır cevabını alıp gider, ertesi gece yine aynı şeyleri anlatır aynı şeyleri sorardı usanmadan.
....
Sebebini gayet iyi biliyordum her şeyin. Kırk küsur yaşında ağzı yüzü yamulmuş bir hayat kadınıydı işte. Bir kızı vardı, kızı onu tanımıyordu, ama onun aklı fikri kızındaydı, bütün parasını bir şekilde ona gönderiyordu. Onu tanıyan herkesin aynı organı tepki veriyordu ben hariç. Bana ibne demesine o kadar alışmıştım ki.. Onun gözünde artık her şey "et" vasıtasıyla ödeşilebilir hale gelmişti.
Ama gün ağardığında beni tanımamalıydı. Sabah olduğunda o artık kızının bekaretini dert eden bir anne değil, kalçalarını kıvırta kıvırta gezen -kendi tabiriyle- bildiğin orospu olmalıydı..
....
Onu hep gördüm. Hiç bakmadı yüzüme. Geceleri makyajsız, suratsız, çirkin haliyle bildiğim o kadın gider, yüzünü gözünü alabildiğine boyamış, altındaki eşofmanı çıkarıp minicik eteğini giymiş sağa sola gülücükler atan biri gelirdi.
Sabaha karşı yatan komşuma hiç "günaydın" diyememiş bir adamım ben..
Sabaha kadar konuştuğum kadına gündüzleri merhaba diyememiş bir adamım ben.
Çarşamba, Haziran 04, 2014
Hepiniz pezevenksiniz.
Az fakat öz bir izleyici kitlem olduğunu düşünüyorum. Hoş, "beni siz yarattınız" triplerinde semalara çıkmama gerek yok; aynı şekilde sizin de yorumdur, oylamadır, etikettir; bi' ske derman olduğunuzu görmedim. Ama olsun, burayı düzenli takip edenlerin; az çok belli bir seviyenin üstünde zekaya sahip olduğunu varsayarak yazacağım bu sefer. (Zekanın bahsi geçmişken; İsmet İnönü'nün AKP'ye geçtiğini iddia eden kızın videosunu izlemeyi unutmayın. Dangalaklık diz boyu...)
Neyse, bugünkü dersimiz: KÜLTÜR PEZEVENKLİĞİ.
Hepimizin hayatta en az bir kez takındığı tavırdır bu... Belli kriterlerle şöyle değerlendirilebilir. Bir kitap okuruz(popüler olan, ancak yeraltı edebiyatı etiketiyle piyasaya çıkan edebi eserler seçmek vaciptir), felsefeyle ilgileniriz(freud, marx, proudhon gibi isimler bu kısımda esastır), bir albüm dinleriz(manu chao, leonard cohen altı çizilmesi gereken artistlerdir) ve yüksek çekiş gücüne sahip bir elektrikli süpürgenin, börtü böceği emişi misali; tüketim toplumu olarak tükettiğimiz eserleri tükettiğimizi topluma tescil ettirmeye çalışırız. Nasıl mı olur bu tescil?
Ortaokul, lise çağında giyilen siyah, üzerinde metal gruplarının artworkü olan t-shirt'lerle... Mesela en çok bununla yaptım ben kültür pezevenkliğini. Tasarımından kumaşından ziyade üzerindeki logolar veya görseller için aldığım t shirt sayısı bir hayli fazladır.
Üniversiteye gelindiğinde izlenilen ve herkes tarafından beğenilen bağımsız sinema örneklerinin yurt duvarlarını ve öğrenci evlerini süsleyen posterleriyle...
Biraz daha büyüyünce de; -ki bu vazgeçilmezdir- arkadaş ortamında tükettiğimiz sanatsal ürünü tüketmiş olduğumuzu belirtecek imalar yaparak...
Şimdi gözledikçe insanları, daha bir tiksiniyorum. "Evet evet ben de Portishead dinlerim! Evet Portishead süperdir!", "Nietzsche mi? Off aforizmalar harikaydı!" gibi faltaşı misali açılmış gözlerle haykıran topaçları gördükçe nefret ediyorum. "Neden" demiyorum. "İğrençsiniz ibneler" diyorum. Karşımızdaki insanla ortak noktalarımızı keşfedince seviniriz ama çok farklı bir şey bu... Bu, anons. Bu, pornografi. Bu, "ben buradayım" demenin başka bir yolu...
Ben günahlarımı çıkarttım sayılır. Şimdi siz de gözlerinizi kapatın ve kendinizi düşünün. Siz de yediniz bu boku değil mi?
Neyse, bugünkü dersimiz: KÜLTÜR PEZEVENKLİĞİ.
Hepimizin hayatta en az bir kez takındığı tavırdır bu... Belli kriterlerle şöyle değerlendirilebilir. Bir kitap okuruz(popüler olan, ancak yeraltı edebiyatı etiketiyle piyasaya çıkan edebi eserler seçmek vaciptir), felsefeyle ilgileniriz(freud, marx, proudhon gibi isimler bu kısımda esastır), bir albüm dinleriz(manu chao, leonard cohen altı çizilmesi gereken artistlerdir) ve yüksek çekiş gücüne sahip bir elektrikli süpürgenin, börtü böceği emişi misali; tüketim toplumu olarak tükettiğimiz eserleri tükettiğimizi topluma tescil ettirmeye çalışırız. Nasıl mı olur bu tescil?
Ortaokul, lise çağında giyilen siyah, üzerinde metal gruplarının artworkü olan t-shirt'lerle... Mesela en çok bununla yaptım ben kültür pezevenkliğini. Tasarımından kumaşından ziyade üzerindeki logolar veya görseller için aldığım t shirt sayısı bir hayli fazladır.
Üniversiteye gelindiğinde izlenilen ve herkes tarafından beğenilen bağımsız sinema örneklerinin yurt duvarlarını ve öğrenci evlerini süsleyen posterleriyle...
Biraz daha büyüyünce de; -ki bu vazgeçilmezdir- arkadaş ortamında tükettiğimiz sanatsal ürünü tüketmiş olduğumuzu belirtecek imalar yaparak...
Şimdi gözledikçe insanları, daha bir tiksiniyorum. "Evet evet ben de Portishead dinlerim! Evet Portishead süperdir!", "Nietzsche mi? Off aforizmalar harikaydı!" gibi faltaşı misali açılmış gözlerle haykıran topaçları gördükçe nefret ediyorum. "Neden" demiyorum. "İğrençsiniz ibneler" diyorum. Karşımızdaki insanla ortak noktalarımızı keşfedince seviniriz ama çok farklı bir şey bu... Bu, anons. Bu, pornografi. Bu, "ben buradayım" demenin başka bir yolu...
Ben günahlarımı çıkarttım sayılır. Şimdi siz de gözlerinizi kapatın ve kendinizi düşünün. Siz de yediniz bu boku değil mi?
Perşembe, Nisan 17, 2014
İçsellik hiçbir zaman içinde değildir
Not: Yazıda geçen "o" zamirleri tüm terk edenler, tüm terk edilenler, tüm kuyruk acıları, tüm değeri bilinmeyenleri temsil eder yazar için.
NP: Kyuss - Space Cadet
Alice In Chains - Rotten Apple
-Ne düşündün? Onu ayrılıktan sonra ilk kez, okulda gördüğünde?
-Hiç bir şey.
-Seni senin kadar tanıyorum...
-Biliyorum. Aslında, bilmiyorum. "Hassiktir lan" dedim geçtim sadece. Arkadaş kalamayan sevgililerdenim galiba.
-Evet de, hiç bir şey kıpırdanmadı mı içinde? En ufak bir acı bile? Veya eski günlerin hatrına yüzünde bir gülümseme?..
-Bilmem, bir cesede bakıyor gibiydim. Tanıdığım birinin cesedine. Veya bir yakınımın ölüm haberini almış gibiydim. Kısacası, boş hissediyordum. Bomboş, ruhsuz...
-Peki daha sonraki görüşlerinde?
-Üzüldüm denilebilir birazcık. Bok ettiğim ilişkilerimden bir tanesiydi belki de...
-Şimdi ne durumdasın ki?
-Orada buradayım. Onunla bununlayım. İlişki adamı olmadığımı anlayabildim belki de... Veya ne bileyim aşık olmaya aşık olan, ilişkinin hevesi geçince kadınını sahiplenmeye devam ederken aldatmayı ve kaçamak yapmayı seven adam değilim belki de...
-Yine diptesin. Çıkmaya çırpınıyorsun mutluluğu bedenlerde arayarak, ama onu bir bedende değil, bir ruhta bulabileceğini asla öğrenemeyecek kadar aptalsın.
-Kim bilir.
-Belki de hep dipte kalacaksın.
-Ne düşündün? Seni reddettikten sonra, onu ilk kez gördüğünde?
-Sadece beni kabul etmeyen sıradan bir kız olduğunu.
-Onunla asla beraber olamayacağın gerçeği mi daha çok acı verdi, yoksa egolarının zedelenmesi mi?
-...
-Cevap ver.
-Egolarımın zedelenmesi...
-Bir türlü aşamadın onları değil mi? Kimseyi egolarını bir kenara atarak sevemedin değil mi?
-Bilmem. Belki sevmişimdir... Veya aşkı yaşamışımdır...
-"Belki" diyorsan yaşamamışsındır. Ayrıca bütün "Ben Hiç" oyunlarında* aşık olmak sorusu işin içine girdiğinde kadehine bakıyorsun, kafaya dikmiyorsun içkini.
-O zaman olmamışımdır. Şunu keser misin?
-Peki onu üniversite belgelerinin sonuncusu olan, Verem Sağlık Raporu'nu almaya gittiğinde, baban yanındayken gördüğünde neler hissettin?
-Karnımda bir ağrı. Biraz bulantı... Kuyruk acısı. Her şey...
-Bunun senin sorunun olmadığını düşündün mü hiç? O 35lik sevgilileri tercih ediyordu ve seni bu yüzden seçmedi. Aklına geldi mi bu hiç?
-Sorunu hiç bir zaman onda görmedim. Ya kendimde, ya da ağzını burnunu kırmak istediğim 35likte gördüm. Kim bilir, belki de iyi bir adamdır.
-Yine diptesin. Şu anda da hissediyorsun o karın ağrısını değil mi?
-Evet...
-Belki de hep dipte kalacaksın...
-Ne düşündün? Seni tek gecelik ilişki olarak kullanıp, çöpe attıktan sonra onu ilk gördüğünde?
-Acı. Saf...
-Peki... Onunla daha sonra muhabbetini sürdürecek kadar zayıf ve aptal olduğunu düşündün mü hiç?
-Düşünmedim. Düşünüyorum. Sürekli...
-Daha sonra ona karşı son bir kurşun kullandığında, son nefesinle, son gücünle cinselliğe değil de, aşka bir şans vermek istediğinde, ve o klişe cevabı aldığında?
-Ucuz bir kaltak olduğunu düşündüm.
-Belki de o değil de, aşk ucuz bir kaltaktı? Veya sen aptaldın?
-Hayır. Veya evet. Kafamı karıştırmaya devam ediyorsun.
-Tamam biraz rahatla. Onunla muhabbeti kestin. Onu gördüğün her ortamda yanındaki kızlara sulandın, onlarla yakınlaştın, halka açık bir yerde girebileceğin her pozisyona girdin... Onu kıskandırdın. Onun yüzünü ekşitmeyi, mekanı terkedip gitmesini sağladın... Eline ne geçti?
-İntikam soğuk yenen bir yemektir...
-Aptalın tekisin. Hep dipte kalacaksın. Belkisi falan yok. Kendini yenilemenin veya tam bir birey olmanın sorumluluğunu taşıyamayacak kadar zayıfsın.
-Hayır... Sadece yorgunum. Benim geçtiğim zorlukları sen de çok iyi biliyorsun.
-Biliyorum. Anlam vermeye çalışıyorum. Çözülmene yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama sen yine masanda bira, küllüğünde sigara, üstündeyse sadece bir jean, bilgisayar başındasın.
-Yani?
-Bu güne kadar renkli bir hayatın oldu, ama o yoktu hiç bir zaman değil mi? Ruhen?
-Evet. Bedenense onlar hep vardı.
-Belki bir şans daha vermelisin?
-Aşka mı? Kimin için?
-Belki vardır birileri aklını kurcalayan.
-Yok. Şu anda içtiğim biradan zevk almamı engellemek dışında hiç bir işe yaramıyorsun. Çekip gider misin?
-Hayır. Çünkü ben senim. Bilinçaltında hep var olacağım. Ama beni her zaman dinlemeyeceksin. Hatta arkadaşlarından duygularını sakladığın için, genelde yalnızken aklına geleceğim. Ve yine o aptal bilgisayarının başına geçip gereksiz blog'una bir şeyler yazmaya devam edeceksin...
-Bana uyar...
*: Ben hiç oyunu, topluca oynanan bir içki oyunudur. Oyun sıra tabanlıdır. Sırası gelen kişi, "Ben hiç" le başlayan bir eylem söyler. O eylemi yapanlar da içkilerini içer.
NP: Kyuss - Space Cadet
Alice In Chains - Rotten Apple
-Ne düşündün? Onu ayrılıktan sonra ilk kez, okulda gördüğünde?
-Hiç bir şey.
-Seni senin kadar tanıyorum...
-Biliyorum. Aslında, bilmiyorum. "Hassiktir lan" dedim geçtim sadece. Arkadaş kalamayan sevgililerdenim galiba.
-Evet de, hiç bir şey kıpırdanmadı mı içinde? En ufak bir acı bile? Veya eski günlerin hatrına yüzünde bir gülümseme?..
-Bilmem, bir cesede bakıyor gibiydim. Tanıdığım birinin cesedine. Veya bir yakınımın ölüm haberini almış gibiydim. Kısacası, boş hissediyordum. Bomboş, ruhsuz...
-Peki daha sonraki görüşlerinde?
-Üzüldüm denilebilir birazcık. Bok ettiğim ilişkilerimden bir tanesiydi belki de...
-Şimdi ne durumdasın ki?
-Orada buradayım. Onunla bununlayım. İlişki adamı olmadığımı anlayabildim belki de... Veya ne bileyim aşık olmaya aşık olan, ilişkinin hevesi geçince kadınını sahiplenmeye devam ederken aldatmayı ve kaçamak yapmayı seven adam değilim belki de...
-Yine diptesin. Çıkmaya çırpınıyorsun mutluluğu bedenlerde arayarak, ama onu bir bedende değil, bir ruhta bulabileceğini asla öğrenemeyecek kadar aptalsın.
-Kim bilir.
-Belki de hep dipte kalacaksın.
-Ne düşündün? Seni reddettikten sonra, onu ilk kez gördüğünde?
-Sadece beni kabul etmeyen sıradan bir kız olduğunu.
-Onunla asla beraber olamayacağın gerçeği mi daha çok acı verdi, yoksa egolarının zedelenmesi mi?
-...
-Cevap ver.
-Egolarımın zedelenmesi...
-Bir türlü aşamadın onları değil mi? Kimseyi egolarını bir kenara atarak sevemedin değil mi?
-Bilmem. Belki sevmişimdir... Veya aşkı yaşamışımdır...
-"Belki" diyorsan yaşamamışsındır. Ayrıca bütün "Ben Hiç" oyunlarında* aşık olmak sorusu işin içine girdiğinde kadehine bakıyorsun, kafaya dikmiyorsun içkini.
-O zaman olmamışımdır. Şunu keser misin?
-Peki onu üniversite belgelerinin sonuncusu olan, Verem Sağlık Raporu'nu almaya gittiğinde, baban yanındayken gördüğünde neler hissettin?
-Karnımda bir ağrı. Biraz bulantı... Kuyruk acısı. Her şey...
-Bunun senin sorunun olmadığını düşündün mü hiç? O 35lik sevgilileri tercih ediyordu ve seni bu yüzden seçmedi. Aklına geldi mi bu hiç?
-Sorunu hiç bir zaman onda görmedim. Ya kendimde, ya da ağzını burnunu kırmak istediğim 35likte gördüm. Kim bilir, belki de iyi bir adamdır.
-Yine diptesin. Şu anda da hissediyorsun o karın ağrısını değil mi?
-Evet...
-Belki de hep dipte kalacaksın...
-Ne düşündün? Seni tek gecelik ilişki olarak kullanıp, çöpe attıktan sonra onu ilk gördüğünde?
-Acı. Saf...
-Peki... Onunla daha sonra muhabbetini sürdürecek kadar zayıf ve aptal olduğunu düşündün mü hiç?
-Düşünmedim. Düşünüyorum. Sürekli...
-Daha sonra ona karşı son bir kurşun kullandığında, son nefesinle, son gücünle cinselliğe değil de, aşka bir şans vermek istediğinde, ve o klişe cevabı aldığında?
-Ucuz bir kaltak olduğunu düşündüm.
-Belki de o değil de, aşk ucuz bir kaltaktı? Veya sen aptaldın?
-Hayır. Veya evet. Kafamı karıştırmaya devam ediyorsun.
-Tamam biraz rahatla. Onunla muhabbeti kestin. Onu gördüğün her ortamda yanındaki kızlara sulandın, onlarla yakınlaştın, halka açık bir yerde girebileceğin her pozisyona girdin... Onu kıskandırdın. Onun yüzünü ekşitmeyi, mekanı terkedip gitmesini sağladın... Eline ne geçti?
-İntikam soğuk yenen bir yemektir...
-Aptalın tekisin. Hep dipte kalacaksın. Belkisi falan yok. Kendini yenilemenin veya tam bir birey olmanın sorumluluğunu taşıyamayacak kadar zayıfsın.
-Hayır... Sadece yorgunum. Benim geçtiğim zorlukları sen de çok iyi biliyorsun.
-Biliyorum. Anlam vermeye çalışıyorum. Çözülmene yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama sen yine masanda bira, küllüğünde sigara, üstündeyse sadece bir jean, bilgisayar başındasın.
-Yani?
-Bu güne kadar renkli bir hayatın oldu, ama o yoktu hiç bir zaman değil mi? Ruhen?
-Evet. Bedenense onlar hep vardı.
-Belki bir şans daha vermelisin?
-Aşka mı? Kimin için?
-Belki vardır birileri aklını kurcalayan.
-Yok. Şu anda içtiğim biradan zevk almamı engellemek dışında hiç bir işe yaramıyorsun. Çekip gider misin?
-Hayır. Çünkü ben senim. Bilinçaltında hep var olacağım. Ama beni her zaman dinlemeyeceksin. Hatta arkadaşlarından duygularını sakladığın için, genelde yalnızken aklına geleceğim. Ve yine o aptal bilgisayarının başına geçip gereksiz blog'una bir şeyler yazmaya devam edeceksin...
-Bana uyar...
*: Ben hiç oyunu, topluca oynanan bir içki oyunudur. Oyun sıra tabanlıdır. Sırası gelen kişi, "Ben hiç" le başlayan bir eylem söyler. O eylemi yapanlar da içkilerini içer.
Cumartesi, Nisan 12, 2014
Amaç ne?
Bir insanın hayattaki görevi nedir? Evlenmek mi? Bulaşık
yıkamak mı? Çocuk sahibi olmak mı? Seri katil olmak mı? Yoksa hiçbir şey
bilmemek, hiçbir şeyi sorgulamamak mı? Ne zaman ne yaptığımızı, neden burada
olduğumuzu bildik ki? İnsan bilinçsiz bir varlık mı? İnsanlık tarihinden beri
kendimizi "düşünen, sorgulayan" bir varlık olarak tanımlıyoruz yoksa
kendimizi inkar mı ediyoruz?
Zavallı ve sıkıcı hayatımızda aslında hiçbir seçim hakkımız olmadığını anlıyoruz. Hayatımızı hep kontrol eden birileri var. Karınızdan gelen bir telefon bile sizin özgürlüğünüzü kısıtlıyor. Ya da durun! Belki karınız yoktur? Kim sever ki sizi? Neyi sorguluyoruz? Karınız olsa ne değişecekti ki? Gene (her zaman olduğu gibi) sabah 8 de işte olacaktınız. Mesai bitene kadar tuşlara basacaktınız. Belki tuşlara basarken içinizde kopan fırtınaları düşleyecektiniz. Beyniniz bir maceradan diğerine koşacaktı. Mesai bittikten sonra eve giderken gene 2 ekmek alacaktınız. Akşam çocuklarınıza hikayeler anlatıp, biraz televizyon izleyip gene uyuyacaktınız ve hop! saat 8, gene iş yerinizdesiniz!
Çoğu zaman ne yaptığımızı ve ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz. Sınırsız özgürlüğe sahip olsak ne yazardı ki? Birilerinin bizi sürekli doğruya yönlendirmesi lazım. Ye sev dua et gibi... Hayatta kalmanın tek yolu bize sunulan hayatı takip etmek değil mi? Normal olan da bu değil mi?
Mümkün değil ama özgür kaldınız diyelim. Eski yaşam tarzınızı özlemeyeceğiniz nerden belli? Belki de hayattaki amacınız odur. Sabah 8 de kalkıp, akşama kadar tuşlara basmak. Belki de bunun için varsınız. Hayatta verdiğiniz en ufak kararın bile ilerde sizi ve çevrenizi ciddi anlamda etkileyecek olması ne kadar da garip bir duygu, değil mi? Belki de sizi kontrol edene "ne olur, bırakın beni. sıkıcı işime geri döneyim!" diye yalvaracaksınız, ama boşuna çünkü siz özgürsünüz. Yaptığınız seçimler sadece sizi ilgilendirir.
Belki de edgar allan poe'nin dediği gibi "hayat, rüya içinde bir rüya"dır. Öyle rüyalar ki zamanında birini çok sevmenize rağmen, belli bir zaman sonra adını bile hatırlamıyorsunuz çünkü rüyalarınızın içine rüyalar ve onun içine daha rüyalar giriyor. Birden her şeyin anlamsız olduğunu hissediyorsunuz. "Ben gerçeğim" demek istiyorsunuz. Bunu ayna karşısında da yapabilirsiniz. "Ben gerçeğim, eşim, çocuklarım ve patronum var." İşte bundan sonra ip kopuyor.
Zavallı ve sıkıcı hayatımızda aslında hiçbir seçim hakkımız olmadığını anlıyoruz. Hayatımızı hep kontrol eden birileri var. Karınızdan gelen bir telefon bile sizin özgürlüğünüzü kısıtlıyor. Ya da durun! Belki karınız yoktur? Kim sever ki sizi? Neyi sorguluyoruz? Karınız olsa ne değişecekti ki? Gene (her zaman olduğu gibi) sabah 8 de işte olacaktınız. Mesai bitene kadar tuşlara basacaktınız. Belki tuşlara basarken içinizde kopan fırtınaları düşleyecektiniz. Beyniniz bir maceradan diğerine koşacaktı. Mesai bittikten sonra eve giderken gene 2 ekmek alacaktınız. Akşam çocuklarınıza hikayeler anlatıp, biraz televizyon izleyip gene uyuyacaktınız ve hop! saat 8, gene iş yerinizdesiniz!
Çoğu zaman ne yaptığımızı ve ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz. Sınırsız özgürlüğe sahip olsak ne yazardı ki? Birilerinin bizi sürekli doğruya yönlendirmesi lazım. Ye sev dua et gibi... Hayatta kalmanın tek yolu bize sunulan hayatı takip etmek değil mi? Normal olan da bu değil mi?
Mümkün değil ama özgür kaldınız diyelim. Eski yaşam tarzınızı özlemeyeceğiniz nerden belli? Belki de hayattaki amacınız odur. Sabah 8 de kalkıp, akşama kadar tuşlara basmak. Belki de bunun için varsınız. Hayatta verdiğiniz en ufak kararın bile ilerde sizi ve çevrenizi ciddi anlamda etkileyecek olması ne kadar da garip bir duygu, değil mi? Belki de sizi kontrol edene "ne olur, bırakın beni. sıkıcı işime geri döneyim!" diye yalvaracaksınız, ama boşuna çünkü siz özgürsünüz. Yaptığınız seçimler sadece sizi ilgilendirir.
Belki de edgar allan poe'nin dediği gibi "hayat, rüya içinde bir rüya"dır. Öyle rüyalar ki zamanında birini çok sevmenize rağmen, belli bir zaman sonra adını bile hatırlamıyorsunuz çünkü rüyalarınızın içine rüyalar ve onun içine daha rüyalar giriyor. Birden her şeyin anlamsız olduğunu hissediyorsunuz. "Ben gerçeğim" demek istiyorsunuz. Bunu ayna karşısında da yapabilirsiniz. "Ben gerçeğim, eşim, çocuklarım ve patronum var." İşte bundan sonra ip kopuyor.
Cumartesi, Mart 29, 2014
Çakma Bukowski Öyküsü Pt. 2
Arkasını döndü.
-Merhaba, ev arkadaşımla bu apartmana taşınmayı düşünüyoruz da, burası nasıl bir yerdir acaba? Güvenli midir? Mahalle baskısı falan hani...
İlk kez böyle bir soruyla karşılaşıyordu. Yurttan ayrıldığından beri burada kalmasına rağmen, sosyal çevresi ve gece hayatı olmadığı için; muhiti hiç geçerken gözlemlemiyordu. Okul dönüşlerinde de bir an önce eve gitmeyi düşünüyordu hep, etrafına bakmadan, elinde sigarası... Hatta hanesinde yaşayanlar dışında şimdiye kadar konuştuğu kişiler bakkal, "çöp var mı yiğenim?" diye soran kapıcı, kapıcının karısı, bir de meşhur Hilmi Bey'den ibaretti. Lakin hormonları pompolanmaya, şahin marka boxer'ının içindeki de terlemeye başlamıştı ve cevap vermesi gerektiğinin farkındaydı...
-Imm, şey... Yani... Ne bileyim? Ben 3 senedir burada yaşıyorum ve hiç bir sıkıntım olmadı.
-Teşekkür ederim. Yakında büyük ihtimalle komşu olacağız öyleyse... Ben Melis.
-Iı, evet ben de Halil. Memnun oldum.
-Kendine iyi bak Halil, yakında görüşürüz.
Çıldırıyordu adeta. İçi kıpır kıpırdı. Sigarasını söndürdü. Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünerek otobüse bindi. Melis'in çıtı pıtı vücudunu, gülümseyen yüzünü, minik ellerini ve zamazingosunun o ellerin arasında ne kadar büyük görüneceğini düşündü yol boyunca.
Medeni bir biçimde ilk kez bir kadınla tanışmıştı ve egosu bu yüzden tavan yapmıştı.
"Neyse evdekilere anlatmayayım da onlar yazmasın karıya" diye düşündü otobüsten inerken.
Onun yolunu gözler olmaya başlamıştı. Ne zaman taşınacaktı? Ne zaman o yüzü bir daha görebilecekti, yaklaşık 8 saattir bunu düşünüyordu... Balkonda sigarayı Türk gibi dibine kadar içip içeri geçti.yatağından ani bir biçimde uyandı dışarıdan gelen sesler sebebiyle. Odasının, eve yerleştiğinden beri bir kez bile silinmemiş camından aşağı baktı. Ufak ama -Hint usulü- bir sürü eşyanın üstüste konulup iple sabitlendiği kamyon yolu tıkamıştı. Kamyonun etrafına bakarken onu gördü.
"Ulan şimdi ben aşağı insem, bu adamların başında dursam, kızın işlerini hafifletsem, kız kesin daha sonra verir bana. Evet kesin verir. Yardım ediyoruz sonuçta." diye düşündü.
Yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Rahat bir erkek imajı oluşturabilmek için lise basketbol yıllarından kalma dizaltı şortu ve parmak arası terliklerini giyip, iniverdi aşağıya.
-Günaydın, dedi Melis.
Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı Melis'i görünce.
-Günaydın. Yardımcı olmamı ister misin? Yani yapılacak bir şey var mı? En azından adamların başında durup eşyaları istediğin şekilde yerleştirmeleri konusunda onları yönlendirebilirim.
Kendisi bile inanamadı bu kadar akıcı ve düzgün bir cümle kurabildiğine.
-Yahu çok iyi olur aslında. Annemi aramam lazım çünkü. Yukarı çıkalım göstereyim ben sana kendi odamın düzenini. Ondan sonrasında istediğin gibi dekore et evi, nasılsa daha sonra sürükleyerek biz eşyaların yerlerini değiştiririz.
-Tamamdır.
Melis 15 dakika kadar direktifleri ve brifingi verdi.
-Burada nerede kontörlü telefon var biliyor musun? Yurtdışını arayacağım da...
-Az ileride bakkal var oradan arayabilirsin.
"Ooo, ailesi yurtdışında yaşıyor veya yurtdışına seyahat ediyor, kesin verir bu." diyordu beyninin hayvanlık ve osbir komutlarını veren kısmı... Arabesk yanı ise kalbinin, "Ayrı dünyaların insanıyız." diyor ve iç çekiyordu.
-Peki. Birazdan dönerim ben.
Adamların yanına gitti.
-Ağabey başlayalım mı artık taşımaya?
-Olur yiğenim. Sigaralarımız bitsin hele, başlarız.
Sigaralara baktı. Yeni yakılmıştı Samsun'lar...
-Merhaba, ev arkadaşımla bu apartmana taşınmayı düşünüyoruz da, burası nasıl bir yerdir acaba? Güvenli midir? Mahalle baskısı falan hani...
İlk kez böyle bir soruyla karşılaşıyordu. Yurttan ayrıldığından beri burada kalmasına rağmen, sosyal çevresi ve gece hayatı olmadığı için; muhiti hiç geçerken gözlemlemiyordu. Okul dönüşlerinde de bir an önce eve gitmeyi düşünüyordu hep, etrafına bakmadan, elinde sigarası... Hatta hanesinde yaşayanlar dışında şimdiye kadar konuştuğu kişiler bakkal, "çöp var mı yiğenim?" diye soran kapıcı, kapıcının karısı, bir de meşhur Hilmi Bey'den ibaretti. Lakin hormonları pompolanmaya, şahin marka boxer'ının içindeki de terlemeye başlamıştı ve cevap vermesi gerektiğinin farkındaydı...
-Imm, şey... Yani... Ne bileyim? Ben 3 senedir burada yaşıyorum ve hiç bir sıkıntım olmadı.
-Teşekkür ederim. Yakında büyük ihtimalle komşu olacağız öyleyse... Ben Melis.
-Iı, evet ben de Halil. Memnun oldum.
-Kendine iyi bak Halil, yakında görüşürüz.
Çıldırıyordu adeta. İçi kıpır kıpırdı. Sigarasını söndürdü. Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünerek otobüse bindi. Melis'in çıtı pıtı vücudunu, gülümseyen yüzünü, minik ellerini ve zamazingosunun o ellerin arasında ne kadar büyük görüneceğini düşündü yol boyunca.
Medeni bir biçimde ilk kez bir kadınla tanışmıştı ve egosu bu yüzden tavan yapmıştı.
"Neyse evdekilere anlatmayayım da onlar yazmasın karıya" diye düşündü otobüsten inerken.
Onun yolunu gözler olmaya başlamıştı. Ne zaman taşınacaktı? Ne zaman o yüzü bir daha görebilecekti, yaklaşık 8 saattir bunu düşünüyordu... Balkonda sigarayı Türk gibi dibine kadar içip içeri geçti.yatağından ani bir biçimde uyandı dışarıdan gelen sesler sebebiyle. Odasının, eve yerleştiğinden beri bir kez bile silinmemiş camından aşağı baktı. Ufak ama -Hint usulü- bir sürü eşyanın üstüste konulup iple sabitlendiği kamyon yolu tıkamıştı. Kamyonun etrafına bakarken onu gördü.
"Ulan şimdi ben aşağı insem, bu adamların başında dursam, kızın işlerini hafifletsem, kız kesin daha sonra verir bana. Evet kesin verir. Yardım ediyoruz sonuçta." diye düşündü.
Yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Rahat bir erkek imajı oluşturabilmek için lise basketbol yıllarından kalma dizaltı şortu ve parmak arası terliklerini giyip, iniverdi aşağıya.
-Günaydın, dedi Melis.
Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı Melis'i görünce.
-Günaydın. Yardımcı olmamı ister misin? Yani yapılacak bir şey var mı? En azından adamların başında durup eşyaları istediğin şekilde yerleştirmeleri konusunda onları yönlendirebilirim.
Kendisi bile inanamadı bu kadar akıcı ve düzgün bir cümle kurabildiğine.
-Yahu çok iyi olur aslında. Annemi aramam lazım çünkü. Yukarı çıkalım göstereyim ben sana kendi odamın düzenini. Ondan sonrasında istediğin gibi dekore et evi, nasılsa daha sonra sürükleyerek biz eşyaların yerlerini değiştiririz.
-Tamamdır.
Melis 15 dakika kadar direktifleri ve brifingi verdi.
-Burada nerede kontörlü telefon var biliyor musun? Yurtdışını arayacağım da...
-Az ileride bakkal var oradan arayabilirsin.
"Ooo, ailesi yurtdışında yaşıyor veya yurtdışına seyahat ediyor, kesin verir bu." diyordu beyninin hayvanlık ve osbir komutlarını veren kısmı... Arabesk yanı ise kalbinin, "Ayrı dünyaların insanıyız." diyor ve iç çekiyordu.
-Peki. Birazdan dönerim ben.
Adamların yanına gitti.
-Ağabey başlayalım mı artık taşımaya?
-Olur yiğenim. Sigaralarımız bitsin hele, başlarız.
Sigaralara baktı. Yeni yakılmıştı Samsun'lar...
Cuma, Mart 28, 2014
Çakma Bukowski Öyküsü Pt. 1
Uyandı...
Attırdığı kağıt peçetelere, üst üste dizdiği kağıt havlulara baktı. Düşündü. Ne kadar zamandır eline kadın eli değmediğini düşündü. Rüyasında Jesse Jane'i gördüğü için düşünmeye başlamıştı eline kaç senedir kadın eli değmediğini.
Lisede "onu sevsem, bunu sevsem, şunu sevsem" muhabbetlerinin ötesinde bir de banyo fasıllarında aklına gelen "onu siksem buna kaysam" düşünceleriyle akıp giderken hayatı, gidişata dur demek için bir amguard'dan daha fazlası olmayan ve asla olamayacak Nebahat'le çıkmıştı... Sırf bahar geldiği için... Hormonlarını ve güdülerini halı saha maçlarında, ekran başında elinde malafat terleme seanslarında baskılayamadığı için, arkadaşlarının adeta bir McDonalds logosunu andıran kaşlarıyla dalga geçtiği Nebahat'i uygun görmüştü kendine. Sadece iki hafta sürdü ve bu aynı zamanda kaşlı insan Nebahat'in de ilk tecrübesi olduğu için bırak kaş konusunda aşmış bir insan olan "çıktığı kişinin" elini tutmayı, okul dışında buluşamamışlardı Nebahat'in haftasonu öğrencileri at gibi koşturmayı seven dershanesi sebebiyle.
Dolayısıyla yeni uyanan her insan gibi ağır işleyen kafası, bulunduğumuz yıl olan 2009'dan doğum tarihi olan 1985'i çıkardı ve 24 yıldır eline kadın eli değmediğini farketti. Anahtarını, göt cebinde lime lime olmuş öğrenci sigarası Winston paketini, telefonunu, cüzdanını, ha bir de Dinamik notlarını alıp çıktı evden.
Evinden memnundu. İstediği kadar asılabiliyor, istediği kadar içebiliyor, istediği kadar ders çalışabiliyordu. Evet ders çalışmak artık bir istek halini almıştı çift anadal programını sürdürdüğü teknik üniversitesinde. Hala mezun olamamasını da ailesi bu nedene bağlıyordu. Sık sık "Benim oğlum çift diploma alacak di mi evladım? Bu yüzden 4 senede bitiremiyor Nevriye ablası..." diyordu annesi çatkapı komşu Nevriye'ye.
3 artı 1'di arkadaşlarıyla beraber tuttuğu ev. 4 kişi yaşıyorlar, kendi odalarından dışarı nadiren çıkıyorlardı. Zaten o çıkışları da genelde işemek, bulaşık konusunda aldıkları sıra numarasını kullanmak ve bakkala gitmek için oluyordu.
Kapıyı kilitledi, merdivenlerden inmeye başladı ve bir de ne görsün?
Karşı komşusu Hilmi Bey kapıdaydı. Hilmi Bey'in asık bir suratla kapıda olmasına alışıktı, zira dişi sineğin bile evinin civarında gezinmediği post-final [böyle kullanınca da güzel oluyormuş lan bu "post" kelimesi] döneminde günler süren batak partilerinin okey partilerinin ertesi günü Hilme Bey hep kapıda olurdu.
Ancak bu sefer durum farklıydı. Hilmi Bey, kapıcının karısı Hacer'in bir ineği andıran göğüslerini basmalı fistan üzerinden avuçlamaya çalışıyor, Hacer de kalkan tarağı indiren ses tonuyla "yapma kurbanın olayım Hilmi Bey" diyerek Hilmi'nin eşi öldüğünden beri çektiği osbirlerin hıncını çıkarmasına engel olmaya çalışıyordu.
Ne yapacağını şaşırmıştı koridorda karşılaşan üç apartman sakini... En atik davranan Hacer içi bok rengi suyla dolu kovayı kaptığı gibi merdivenlerden kaçıverdi, Hilmi Bey ise kızarmış sıfatsız ve benekli suratıyla içeri girip kapıyı kilitledi.
O ise merdivenleri ağır ağır inmeye başladı. Kafası karışmıştı. Hayatında ilk kez dijital olmayan bir ortamda, kanlı canlı bir biçimde sekse yakınsayan bir duruma şahit olmuştu. Çünkü ona göre öpüşmenin akabinde seks olmuyordu. En azından evde tombul şişeleri hafifletip "belki bugün karı kaldırırım" diye düşünerek haftada bir kez uğradığı ve başarısız olduğu, 15-20 yaş aralığındaki gençlere hitap eden kafede millet manitasıyla öpüşüyor, ama sonuç hiç bir zaman malabadi köprüsüyle bitmiyordu. Ayrıca izlediği pornolarda ön sevişme kısmını atladığı için, bu konuda haksız sayılamayacak bir abazaydı o...
Apartmandan çıktı. Omzunda bir el, arkasında bir kadın kokusu hissetti. Hormonları tavan yaparak geriye baktı ki.....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)